YASTIK BENİM GÜL BAHÇEM
Muhtar Bektaş, pınar tepedeki evinin önünde banka oturmuş ellerini bastonunun üstüne koymuş, çenesini de ellerinin üstüne, gözlerini köyde gezdirerek kolaçan ediyordu. Köyü iki mahalleye bölen ve eteklerinde kocaman geniş çayırların ortasından çay akıyordu. Kel dağın, Sivri dağın eteklerinden ve vadilerden, çifte gözelerden kaynayan sular birleşip çayı oluşturmuştu. Köylüler çayın üstüne ağaçtan köprü yapmışlardı. Köprünün başları kocaman kayalarla örülüydü. Kalın odunlarla sık döşeliydi. Sel olunca köprü yıkılmadığı gibi üstünden küçük arabalar da geçiyordu. Köyün görünümüne renk katan ve kuşların yuva yapmalarına vesile olan çayırların kenarlarında kocaman söğüt ağaçları da vardı. Ayrıca köylüler çaydan su bölüp hark oluşturarak arası mesafeli su değirmenleri yapmışlardı. Bazen yağmurun arkasından Kel dağın, Sivri dağın eteklerinden birleşip dalgalanarak gelen sel çayırları, harkları dümdüz ediyordu. Sonra ustalar harkların yeniden tadilatı yapıyorlardı.
Yılın üç mevsiminde geniş çayırlarda ve güney- kuzey yamaçlarda köylülerin topladıkları sebzeler sofralarına katık oluyordu. Ayrıca sıcak mevsimlerde az soğuk olan çayda alabalık, sarıbalık, karabalık olurdu. Bu balık tutma işini de ekseri köylüler taşın, çimin altına ellerini sokarak yapıyorlardı. Bazen ellerine kurbağa geldiğinde, çimende tetikte bekleyen leyleklere atıyorlardı. Leyleklerin kurbağayı gagalayıp yutması bir olurdu. Bütün canlılar doğanın bahşettiği bereketli ürünlerden yararlanıyordu. Ayrıca dere boyu insanlar kuytu yerlerde yıkanırdı. Bu çayda yıkanma işi en çok çocukları mutlu ederdi ve sevinçten zıplıyorlardı.
Muhtarın gözüne ilişen bir başka görkemli görünüm de köyün kıyısında arıcılık yapan Veli Öğretmenin, Halil Çavuşun, Dursun Çavuşun, Kazım Çavuşun, Mahmut Çavuşun arı kovanları olmuştu. Arıcılık yapan Veli Öğretmen Köy Enstitüsü'nden mezundu. Tabi askerlikte çavuş olanlar da görevi bitiminde köye döndüklerinde öğretmenden tüyo alıp arıcılığa başlamışlardı.
Muhtar Bektaş başını sallayıp iç çekerek, “Veli Öğretmen oğul veren arıdan sana da birkaç kovan vereyim arıcılığa başla, dedi ama neredeee o beceri bende. Ben ancak 22 yıldır alıştığım muhtarlık yapmayı bilirim… Hey gidi koca dünya yaşlılığa girdiğim dönemimde, muhtarlığımda hep bu kapıdan köyümü seyreder oldum!” diyerek iç geçirdi.
Muhtar Bektaş duygulu anlar yaşarken, torunu Serap, sırım sıklam ter içinde nefes nefese pınar tepe yokuşunu tırmanıp dedesinin yanına geldi.
“Ooofff dede öyle yoruldum ki!” dedi.
-“ Elbette yorulursun kuzum nefesini tutup tırmanmışsın yokuşu! Otur şu banka bir nefes al rahatla, sakin yürüsene!” dedi.
Muhtar Bektaş, torunu Serap’ın annesinin amcasıydı.
Sonra dedesi cebinden mendilini çıkardı ve torununa uzatıp, “Al bu mendili yüzünü sil. Bundan sonra yokuşu yavaş tırman, yorulma, inerken önüne bak tökezleyip düşme!” dedi.
Serap, “Tamam dede” dedi. Yüzünü kıskıvrak sildi. Zaten her gün otlakta bir-iki kere zincirden boşanan kıratı tutmak için peşinden koşarak hem spor yapmış oluyordu, hem de ter içinde kalıyordu. Babası atın bakımını ve çayırlara zincirle örkleyip takip etmesini Serap’a bırakmıştı. Çünkü diğer kardeşleri küçüktü. At, yarış atı gibiydi ince uzun bacaklı ve binimi rahat, yorgaydı.
Serap ilkokuldan başlayarak mahalle arkadaşlarıyla düğünlere, köye gelen ozanları dinlemeye katılır oldu. Bu bakımdan köyde olup biten bazı konulardan haberi olurdu. Şimdi de dedesinden öğrenecekleri vardı. Burnunu çekti kırmızı tombik yüzünde parmak uçlarını gezdirdi, bal rengi saçını tepesine savurdu:
“Dede sana bir şey sorabilir miyim?” dedi.
-“Tabi ki sorarsın kuzum seni dinliyorum.”
"Dede sen köyde suç işleyenleri dövüyorum, diye yastık dövüyormuşsun öyle mi!?”
Dede iç çekti!
Yaşlılığın bahşettiği çizikler derine indi, göz göze bakmak için bankta torununa taraf döndü. Gülümseyerek, “Kimden duydun kuzum, benim yastığı patakladığımı?”
-Zehra teyze bize gelmişti, annemle konuşurken duydum. Sonra ben duymayayım diye annem bana, “Git bak at otluyor mu”dedi. Annemin yanından ayrıldım, senin yanına geldim de. Sahiden yastık dövdün mü?”
Muhtar Bektaş, torununun saçını sıvazlayarak: “Torunum bakıyorum iz sürmede gözün, kulağın pek iyi. Ben köyüme 22 yıl önce muhtar olduktan sonra gizleri çözerek, kimseyi karakola düşürmemeye çalıştım. Tabi yastık da dövdüm. Sen okullar bitirdiğinde devlet yönetimlerinde yer almak için çalış!... Adaletli yönetilen ülkede eğitimli insan yetişir, işsiz- güçsüz insan pek olmaz. Sonra o adaletli yönetilen ülkede hırsız- haydut istisnadır…
Serap: Ama dede ben daha ortaokul 1. sınıftayım.
-“ Merdivene bir adım atmışsın ya torunum, çıkarsın basamakları çıkabildiğin kadar…
Şimdi benim yastık döğme konuma geleyim. Muhtar olduktan sonra köyde kim hırlı, kim hırsız yakından tanımış oldum. Ayrıca köyde kaçıp evlenen kızın yakınları bana şikayete gelir, kızımı kaçıranı bulsun bekçiler, elinden alsın kızımızı evimize getirsinler ” diye istekte bulunurlardı! Bu arada kızı kaçıran oğlana da küfür, beddua tavan yapıyordu. Zibidi, çulsuz, evinde elek dönmeyen, işsiz- güçsüz” diye verip veriştiriyorlardı oğlana. “Kızınız bu çulsuz oğlanla niye kaçtı” dediğimde “kızı kandırmış seni seviyorum diye” diyorlardı.
“Ne iyi ki kızınız sevdiğiyle kaçmış, ya sevmediği biriyle evlendirseydiniz daha mı iyi olurdu?” dediğimde, bu sefer ağızlarını bana çeviriyorlardı. “Urgana un serme, cambazlık yapma muhtar! Köy bekçilerine emir ver arasın bulsunlar kızımızı” diye isyan ediyorlardı.
"O zaman gidin karakola şikayet edin jandarma arar bulur kaçakları. Kızın yaşı 18’den küçükse oğlanı hapse atarlar, kızınızı da evinize getirirler, dediğimde, kız yakınları, “Oooo istemem şikayet- mikayet!” diye karşı çıkıyorlardı. Sonra iş bana ve köydeki bilge ninelere- analara-dedelere düşerdi... Kız ve oğlan tarafını barıştırır işi tatlıya bağlardık.
Köyde bazı kimselerin evinden eşyasını, otlaktan hayvanlarını çalanlar olurdu. Şüphelendikleri kişileri gelir bana şikayet ederlerdi ya da hırsız çalmış kaçmış olurdu. Yani hırsızın eli eğridir, gördüğü her şeye uzanır. Varlıklı olsa bile gözü çalmaktadır…Sonra hakkında şikayetçi olanları bekçilere talimat verirdim getirirlerdi odama. İki tarafı da dinlerdim. Tabi bu arada işin aslını öğrendikten sonra, mal sahibine dışarı çıkmasını söylerdim, diğeri içeride kalırdı. İçerdeki suçunu itiraf ederek, “Aç it fırın deler” diye kendini savunurdu, kimi de inkar etmeye çalışırdı. Ama ben işi çözmüş olurdum. Bu arada kamçıyı elime alıp suçluya; arakladığın şeyleri bana getir, mal sahibine teslim ederim, diye söylerdim. İade sözü aldıktan sonra, dışarıda bekleyen mal sahiplerine hoş gelsin diye halı yastığına birkaç kamçı patlatırdım, yanımdaki arakçı gülmekten çatlardı, dışardakiler de sevinçten kahkaha atardı. Sonra iş tatlıya bağlanırdı. Bu arada gece vakti bana teslim edilen şeyleri, sahibine haber salardım ve gelir alırdı.
Torunum, yastığa kamçı patlatma gizimi çözüp söyledin ya aferin sana!...Evet torunum, YASTIK BENİM GÜL BAHÇEM. Ben o bahçeden insanlara gül sunmaya devam edeceğim!