Yankı
Hayata yine kabusla uyandığımdan, güne çok huzursuz başlıyorum. Korkudan boğazım kurumuş, komodinin üzerinde kalan bardak kurtarıcım olacak. Suyu hemen alıp içmeye başladım aslında bardağın etrafında bulunan ilaçları da içmem gerekiyor ama hayır içmeyeceğim. Bu ilaçların çok güçlü yan etkileri var; biri yıllarca çölde dolanmışım gibi ağzımı kurutuyor, biri depresyondan kurtarma amacına sığınıp sürekli uyumama vesile oluyor, diğerleri ise vücutsal fonksiyonlarım çalışmaya devam etsin diye çeşitli panzehir görevlerini üstleniyor. Bugün de seslerimle baş başa yaşamaya karar verdim.
Beynimdeki hükmedemediğim sesler, insanlar onları fark etmesin diye susmama neden oluyor. Konuşunca aklımdakilerden dolayı odaklanamıyorum. Üstelik karşımdakilerin hep bana zarar vereceğini söyleyen seslere inanıp insanları korkutacak tavırlar sergileyebiliyor veya o an etrafımda beni koruyabilecek her ne varsa sıkıca tutup korunmaya çalışıyorum. Bu yorucu tavırlar ve gelgitler hayatıma engel olmasın diye susuyorum. Zihnimdeki yankı, bedenimdeki tüm uzuvlardan ayrık. Korkuyorum çünkü seslere hayat vermek daha önce katil yaptı beni fakat ben bu vazgeçilmez tehlikeye her an gebeyim. Zamanla anlamaya başladım ben hariç bir hayat var içimde. Yönetiyorlar beni. Kiminle konuşuyorum ben? Aynanın karşısına geçtim kendime anlatıyorum, kendimi. Etrafımda beni tutan bir şey görmüyorum ama hissediyorum. Kollarımdan bacaklarımdan herhangi bir uzvumdan nasıl tuttuklarını, beni vahşi hayvanların kafesine atmaya çalıştıklarını, hiçbir yerimi hareket ettiremediğimi hissediyorum. Hep yanımda bekliyorlar, etrafımda dolanıyorlar. Attığım adımların, gittiğim yolların yanlış olduğunu haykırıyorlar fakat onlar beni ben yaptığı için onları susturacak ilaçlara karşıyım. Ben herkesin aksine biliyorum iyileşemeyeceğimi zaten. Aynaya baktığımda bana bakan bir çift göz sadece ben değilim. Bazen çokça düşünüyorum bunu. Başka birinin gözlerinden hayata hiç bakamadığımı, hep aynı yerde uyanıp aynı yerden insanların koşuşturmasına tanık olduğumu... Neden böyleyim? Ben de hakim olmak istiyorum sağlıklı bir beyne, yaşamı düzgün algılayabilmeye. Yapamıyorum, yapamıyorum! Aynada bana bakan tek ben değilken ben neden başkalarında yokum? Olmalıyım bir yerlerde. Gerçekten var olduğumu, bu bedende tek olduğumu nasıl kanıtlayabilirim? Ne susuyorlar ne de cevap arıyorlar sorularıma, kafamı karıştırıp duruyorlar. Cevapsız kalıyorum, sorusuz bırakıyorlar öylece. Geleceğin acı izlerini ruhumun izbelerine taşımaya ayaklanıyorum, daha doğrulamadan düşüyorum her seferinde. Serzenişler zihnimden saçılmayı bıraktığında anlayabileceğim dünyayı. Son defa baktım kendime aynada. Çektim ayaklarımı gövdeme bastırdım. Bu seslerin bir cinsiyeti yok. Hepsi aslında tek bir ses. Tek bir ses ve onun yankıları gibi kafamın kenarlarına çarpan. Ama yankıları farklı sözcükleri tekrarlayarak beynimi dolduruyor. Ben de uzun bir zaman sonra hepsinin farklı şeyleri söylediğini kavradım. Alışmak ve odaklanmak lazım onlara kulak verebilmek için. Hayatın yoğunluğunda sadece aklınızı ağırlaştıracak bir uğultuya benziyor bu. Sanki sırtüstü uzandığınız denizde kulaklarınız suyun altında kalmışken nefesiniz başta olmak üzere suyun altındaki kargaşaya aşina olur, bir oyunda canlanmış gibi soluklarınız derinden gelirken sudaki diğer sesler hep uzaktan gelir ama yakından hissedersiniz ya böyle bir şey işte. Birazdan gelirler yine onlar gelmeye başlamadan önce kalbim eve girmiş bir hırsızla karşılaşmış gibi çarpar. Yüreğimden kollarıma yayılan soğukluğu usulca beklerim ve bana ait oldukları için şükrederim. Bunlar farklı meseleler çünkü şizofrenim ben bir sevmem bir nefret etmem de doğal. Zaman zaman yaşadığım sinir harpleri ve bazen kafiyeli konuşmam normal. İnsanlara anormal gelen her şey benim için kural. Etraftakilere karşı merhamet veya öfke duymamam sadece beynimdeki seslere inanmam falan bunlar hikaye değil, gerçek.
Kulaklarım kalabalığa alışkın değil, bedenimi göremezsiniz kargaşa içinde ama zihnim… Ah! Zihnimdekiler hiç susmuyor. Kimsenin duymadığı bütün bu sesler hayatımı ele geçiriyor. Onları sevmem yalnızca onların bana değer verdiğini düşünmemle alakalıymış öyle dedi doktor. Onlarla savaşmayı öğrendim. Ben susunca o kadar çok birbirlerini sataşıyorlar ki en sonunda yeniliyorlar bir müddet sessizlik oluyor. Bunu doktor demedi, kendi kendime fark ettim seslerin zaaflarını. Bir sefer kafamı önünüze koyma şansım olsa keşke. Gerçi kimsenin duymadığı bu çığlıklarımı dinleseniz de anlamazsınız beni, siz duyduğunuz çığlıklara bile sağırsınız.
“Bunları söyleyemezsin kimseye.” dedi içimdekilerden biri.
“Yabancılara güvenemezsin.” dedi öteki.
“Biz senin dostunuz!” diye bağırdı hepsi.
İşte bunları diyorlar şu an. Hala yansımamın karşısındayım. Kendimle konuşmama karışmayın! Benden başka kimse yok.
“Tek yaşamıyorsun”
“Biz varız”
“Susun! dedim.
Eve gelince bağıra çağıra kendimle kavga ederek bu şekilde ayna karşısında bol bol konuşuyorum. Gün içinde ihtiyacım olmuyor iletişime. Eğer para kazanmam gerekiyorsa veya dışarıda gezen beceriksiz kalabalığın arasına tıkıldıysam susarım bir köşeye çekilir duvara bakarım sadece. Duvarları boş sanmayın, beynimdekiler sizin gördüğünüz o boşlukta bir odak noktası yaratır. Kimi zaman bir bahçe olurlar, kimi zaman bir mezarlık. Nitekim bazen parsel parsel hatıralar dolar, bu çıplak duvarları giydirir. Hep boşlukta ararım ben de hayallerimin kaybolan sahnelerini, duvarlara kimseye söylemeden çizerim düşlerimi. Bu ufak ayrıntıları da kaybedersem ne anlamı kalacak ki iyileşmenin? Ne büyük sanrı, ne kötü yanılgı! İlaçlarımı bile düzenli almıyorum, iyileşemem kahretsin.
“Hasta değilsin.”
“Hastasın.”
“Hasta değilsin.”
“Herkesin sesleri var.”
“Herkes kendisiyle konuşur.”
Susun! Tekrar gitmeliyim belki de bir doktorla görüşmeye.
“Saçmalama seni hastaneye yatırır.”
“Saçmalama kimse delileri sevmez.””
“Doktor zaten bir daha seni görmeye tenezzül bile etmeyecek.”
Of! Biliyorum susun. Bu son cümlem normal bağırtımdan da yüksekti. Kafamı iki elimin arasına almış, dirseklerimi dizlerime yaslamış kendime bakıyorum. Bacaklarımla da gövdemi olabildiğince sıkıştırıyor mümkün olduğunca küçülmeye çalışıyorum. Bir şeye odaklanmak istersem küçülmeyi tercih ederdim böyle. Küçüldükçe zaman geriye gidecek, evimizin bahçesinde koştuğum zamanlara dönebilecek, seslerim olmayacak gibi geliyor. Geldiği gibi de gidiyor çünkü beynimde hayattan bir haber genç kadınların kıyafetlerinden saçlarına kadar ağlayarak kavgalar çıkardıkları, bozuk Türkçeleriyle mırladıkları o televizyondaki gündüz kuşağı programları çekilmeye başlıyor. Hemen ardından yayın kopuyor, anteni kaymış televizyon misali zihnim karıncalanmaya başlıyor. Mecburen aynanın karşısında konuşamadıklarımı kusmaya devam ediyorum. Daha önce de bahsettiğim gibi kendimle anlaşmaya çalışırken aklım çok ağırlaşıyor. Vücudumu adeta dik tutamıyorum dayanacak bir yer arıyorum. Duvarlarım da bu sefer omurga oluyor bana, sabit kalabiliyorum bir müddet. İlelebet bu eziyeti çekiyormuşum gibi gelmesin size. Bilhassa aslında hepinizden daha doğruyum ben. Kendimi tanıyorum en önemlisi. Öyle ki kendimle olan kavgalarımda bile taraf tutmadan gerçeği değerlendirebiliyorum, feshetmem de beyaz bayrak kaldırmam da gerekmiyor. Hanginiz kendinize bu denli dürüstsünüz? Kendimi ve çevremi korumak için susarken sahtekarlık yaptığımı mı düşünüyorsunuz? Sizler içinizdekilere hesap vermediğinizden vicdanınızı unutup bencilce yaşayabiliyorsunuz. Benim kendi içimde etik kurallarım ve ahlak yargılarım var, bir daha hata yapmak istemiyorum. Yıllarca akıl hastanesinde yeterince ceza çektim. Sizler yalancısınız beni ötelemeniz, bu yaşamda kendi sınırlarınıza beni mahkum etmeniz de sizin suçunuz.
Evet yalancılar!
Yalancılar!
Sahtekarlar!
Susun!
Susun çünkü herkes biliyor kendilerinden olmayanı hiçe saydıklarını. Ben itiraf edebilmek adına tasvir etmeliyim sesleri. Tek görevim bu.
“Evet, anlat bizi.”
“Biz de varız.”
Seslerin hepsi yapamadığım her şey sanki. Ben yapamadıklarımı görmezden gelmeye başlıyorum. Gerek konumuma gerek zamanın akışına taptıkça onlar da içimde bir yerlerde aslında hiçbir şey olduğumu sayıklıyorlar. Gereksiz fıtratım beni hep en dibe sürüklüyor. Suyun altındayım sanki bedenime kocaman bir taş gibi bağlılar. Yolun sonunda ne var bilmiyorum ama nefes alma fırsatını kolluyorum. Anlık bir kurtarış için biraz daha ömrümü uzatmak için yapamayacağım hiçbir şey yok. Ama ben başlı başına aslında o hale gelene kadar çaba sarf ettim. Evet, biliyorum uygun laflarım yok. Hatta şunu da biliyorum haykırmıyorum bile. Kendimi bir şeylerde var etme niyetinden çok şüphe çekmeme peşindeyim. Aklımı hep sorunların üzerini örtmeye kullanıyorum. Hep kaybediyorum bu yüzden. Bugüne kadar herkes bilseydi her şeyi ben yaşamaya meyilli olurdum belki. Kalktım yerimden yansımamdan da korkar oldum sanırım. Telefonumu aldım elime ses çıkardı. Sosyal medyanın asosyal hırsından gelen bildirimler, beni ben yapmıyor. Seslerim uyanır diye ürktüm, bıraktım telefonu. Kapılar çarptı bağırdı apartmandakiler irkilmedim bile. Pustum. İçimin karanlığına uyumalıyım belki de. Gözlerimi kapatabilmek için cesaretimi toplamam gerekiyor. Göremezken ve belirsizlik beni sarmalarken etrafımdakilerle zihnimdekileri ayırt edebilmem çok güç! Kim var bilmiyorum, hissediyorum, nefesleri duyuyorum soğuklar kusuyorum. Karanlıkken benliğim sunuyor cömertliğini hücrelerime, hücrelerim isyan ediyor düşüncelerime. Göz kapaklarımı sabit tutmaya çalışırken hangi savaştan artık kaldığını bilmediğim bir şarapnel parçası bedenime saplanmış gibi acı çekiyorum. Yalnızlığın acı sessizliğinde benim hep sevdiğim suskunluktan farklı bir tat oluyor. Uyku ilacı olmayınca gözlerim kapalı kalamıyor, ne yazık ki. İçimdeki yaşamları uyandıran bir sesle aynaya gidiyorum yine. Bir aynadan korkarım bir aynaya sığınırım. Bir seslerimin susmasını isterim, bir bağırmalarını. Ben hep böyle kendi çelişkilerimle kavga ederim zaten.
“İstediğin kadar kavga et.” dedi biri.
“Biz senden daha çok sana sahibiz.” dedi diğeri.
Doldurmayın beynimi yoruluyorum. Size hak veriyorum. Sizi seviyorum. Neden bu psişik? Onlardan kaçmaya çalışırken bile onlarla yüzleşmek için zamanı kolluyorum. Benden vazgeçmeyin lakin beni rahat bırakın, seslerim. Görmekle görmemek arasındaki çizgide tüm insanlara tiksinerek bakıyorum zaten. Hepsinin dillerine doladıkları karakterleri es geçtiğinizde bomboş kalıyorlar. Gözyaşlarını içlerindeki hiçlikten esaret birer iz olarak sunuyorlar hep. Ben böyle değilim. Ben böyle düzenbaz olamam. Toplulukla bu yüzden yaşayamıyorum, içlerinde olmam beni parçaları yapmaz ki. Seslerim bana özel anlatabiliyor muyum? Bana yabancı değiller. Vazgeçemem onlardan. Sevmediğiniz her insanın yüzüne gülmeniz gibi bir şey bu. Bazen tamam yeter diyorum. Bu kadarı da fazla artık. Beni bana hatırlatan bir şeye sığınmam gerekiyor. Gerçek veyahut yalan ayırmadan sadece özlediğim bir anı yeniden hayata bağlayabilir mi beni? Saklandığım bunca zamanın içinde umut ışığını görünce hiç durmadan koşuyorum. Yorgunluğumu yıllar öncesinden beni ben yapan değerlerimin kayıtlı olduğu günlere atfediyorum. Sorgu ile oluşmuş, korku ile dolmuş, zıpkın gibi saplanıvermişken yüreklere hüzünler, benim ilaçlarım bilinmeyen bir zamanın iyiliğini getirebilir mi bana? Soruyorum çünkü öğrenebilecek kadar yaşayamam bu şekilde, gücüm kalmadı. Saatler ilerledikçe zaman da içimde akıyor. Akreple yelkovan arasında sallanıyorum. Uyandıktan sonra geçirdiğim her saniye içimde sızıntı yaratıyor. Gittikçe karışıyorum, gittikçe adapte olamıyorum, zapt edemiyorum beynimdekileri. Daha çok konuşmaya başlıyorlar. Kendime bile susmam gerekiyor.
“Yanlış yapıyorsun susma.” dedi içlerinden biri.
“Sustukça büyüyorlar.” dedi diğeri.
“Kimler?” dedim.
“Kelimeler. Biz sustukça onlar cümle oluyor.”
“Belki de sessizlikte gerçeğe dönüşüyorlardır.”
“Onların gizli güçleri mi suskunluk?”
“Gizli silah diyelim.”
“Ne kadar gizli?”
“Çok.”
“Ama ben kelime kelime yok oluyorum. Unutma kelimelerini. Cümleler nasıl birleşecek?
“Unutturmasınlar seni. Öldür onları!”
“Kimleri?”
“İnsanları.”
Haklısınız. Bana saygı duymuyorlar. Giyinip dışarı çıkmaya karar verdim elim bıçağı hemen kavradı. Kapıdan dışarı adım atmak üzereyim. Yapmayacağım daha önce de içimdekilere güvenip yapmıştım bunu. Kapıyı hırsla kapatıp onların uğultularını yok sayıp tüm ilaçları içiyorum tek seferde. Yatağa uzanıp bekliyorum ölmeyi. Hani vardır belki hala bir yerlerde umutla yeşeren baharlar ve elbet vardır ölümlerin ardında ölümsüzlükler. Bağımsızlığa bağlılık binevi özgürlük işte. Tutsağım kendime ama hayata değil. Zindanım dünyaya ama ziyaretçim yok. Ait değilim hiçbir yere, sesler dostum değil. Gerçek dostlarımı tanıyorum ama onlar da öleli çok oldu. Anlayacağınız gibi konu ümitsizlik ama Nietzsche ağlamamalı. Zweig dönemin vahimliğine yenilmemeli. Dostoyevski kumara yenik düşmemeli. Tolstoy kendi yazdığı sonla ölmemeli. Ve ben daha hiçbir şey olamamışken birinin daha katili olmamalıyım.