Kısa Hikaye

TEKNEDE

Karadan ayrıldığımızda saat akşamüstü beş sularıydı. Eylül güneşi artık
daha erken batışa geçiyor, ışığı yaz gibi insanı bunaltmıyordu. Kıyıların
gittikçe uzaklaşan panoramasını seyretmeyi sevsem de, bu sefer arkama
bakmamıştım. Geçip buruna oturdum ve kendimi esintiye bıraktım.


İnsan şehrini sevse bile, daha küçük yaşamaya hep bir özenir nedense.
Bir köy yerinin pitoresk görünümünden zevk almayan var mıdır, o hani alı
daha al, moru daha mor olan? Hepimizin bir inci tanesi kadar özel, kendi
derdiyle yoğrulmuş, böylece kendi olmuş, biricik bireyler oluşu, bizlerin
sulara olan aşkı ve bitmez özleminin sebebi olabilir kanımca.
Denizköylüyüzdür belli ki. Ben de köyümü özlemiş, yöreme doğru yola
çıkmıştım işte.


Bir saatlik mesafede, çamlık bir koyda demirledik. Motorun sesi
yavaşladı, boğuklaştı ve sonunda sustu. Bir misina ıslığı duyunca gündüz
rüyamdan uyanıp, arkama dönüp baktım. Sırtını görebiliyordum ancak.
Eğilip baksam da seçemiyordum yüzünü. Sanki sis inmişti, sanki ben
ağlıyordum. Gözleri buğulanır da göremez ya insan, öyle bir sıkıntım vardı
işte, bulutluydu manzaram. Direğin arkasında misina sarıyor, istemeden
yüzünü benden gizliyordu. Oltasını tekrar yemledi sakince --bir karıncayı
bile incitemez o
--biraz önce taktıkları hep balıklara yem olmuştu. Ben onu
geniş omuzlarının duruşundan, güçlü, güzel ellerinin hareketinden
tanımıştım. Yüzünü görmeme gerek yoktu.


Bir ay önceydi tanışmamız, ama ben ona rastlayalı üç ay kadar olmuştu.
Görmezden gelmiş, mahallede yolumu değiştirmiş, sesinin yankılandığı
salonlarda en arka sıralarda oturmuş, ama yine de tanışmamıza mâni
olamamıştım. Farklı bakıyordu bana. Ben kısacık konuşmalarımız sırasında
bile onun gözlerinin içine bakamıyordum. Gece ışıklarıyla gri parlayan, ela
gözleri vardı. O gözleri bana diktiği zaman uzun, siyah kirpikleri canımı
acıtıyordu. “Bir kerecik sarılayım,” demişti, “belli ki üşümüşsün, ısınırsın
belki.” Sarıldığında erimeye başladı kalbim, sonra da ona her yaklaştığımda
ellerim, dilim, dudaklarım, bedenim eridi. Ben o sıcağa dayanabilmeyi
başarabilseydim...ah keşke başarabilseydim.


Denizi bana o anlatmıştı bir gece uzun uzun. Ben sözlerine pek kulak
vermeden dudaklarını seyretmiştim sadece. O, denizin onu kucaklayışını,
denizsiz olamayışını, ama bir o kadar da dalgalı hoyratlığıyla hırpalanışını
anlatmıştı dinlemediğim cümlelerinde. Uzun zaman önce ayrılmıştı ondan.
Tekneyle çıkmayalı beri yıllar vardı. Yelkeni sarmayı, halatın ellerinde açtığı
yaraları, ayaklarındaki kaya kesiklerinin acısını tuhaf bir nostaljiyle özlüyor,
ama bunu kendine bile itiraf edemiyordu. Gideceğimi öğrenince, ince ince
öğrenmek istedi detayları; susamıştı. Ben de ondan kaçıp gitmek için
çıkacağım yolculuğun izini bir bir serdim önüne. Bir yanım peşimden gelsin
istiyordu, çünkü onu da kendi kendinden kaçırabilmeyi arzu ediyordum.
Doğrusu bu ya, biz onsuz çok mutlu olabilirdik, biliyordum.


Gün batımını bekledim denize girmek için. Kuytusuna sığındığımız
çamlık tepelerin koyu gölgesi düşüyordu koya artık. Biraz önceki berrak su,
şimdi bulanıklaşmıştı. Deniz, cıva gibi etrafımızda geziniyor, zehirli ve
pürüzsüz dalgacıklarıyla tekneyi hafifçe dövüyordu. Deniz, beni çağırıyordu.
Kendimi sulara bıraktım. Dibe doğru hareketsiz süzülürken gözlerimi açtım.
Aklıma yine gözleri geldi. Sonra yukarı bakıp güneşin son ışıklarının
parıltısına tutundum. Boğulmak istemiyordum--'nefesim' der bana o--ama
güneşe yüzecek gücüm kalmış mıydı onu da bilmiyordum. Soluk soluğa
kafamı sudan çıkardım. Sırtım dağların karanlığına dönük, güneşin ufukta
çöküşünü izlemeye başladım. Bir yerlerde birazdan gün doğacak, diye
geçirdim içimden. Gün doğumu muazzamdır, ancak, güneş senin göğünü
aydınlatmak için geldiğinde bir başka yeri karanlıkta bırakacak.


Akşam iyice çökünce tekneye çıktım. Ellerim, parmaklarım sudan buruş
buruş olmuştu. Esen ılık meltem üşütmüyordu, ama yine de ensemde bir
ürperme hissettim. Hareketsiz kaldım. Seyyar merdivenden güverteye
çıktığım noktada, öylece ayakta duruyordum. Üzerimden süzülen sular
ayaklarımın dibinde, ahşap zeminde yayılıyordu. Etraftan çıt çıkmıyordu;
dalgalar bile susmuştu o an. Gözlerimi kapadım. Ensem nefesiyle ısındı.
Derin derin iç çekişini duyuyordum--koklayarak öper beni o--daha iyi
duyabilmek için nefesimi tuttum. Sonra sırtıma vuran serin bir yelle açtım
gözümü. Korka korka arkama döndüm. Hiç kimse yoktu.


Kurulanıp giyindim. Karnım pek acıkmamıştı. Bir elimde parlak, kırmızı
bir elma, diğer elimde bir adamın şeytanla aşkını anlatan bir kitap* ve
üzerimi örtecek bir şalla teknenin ucuna serilip yattım. Biraz okuduktan
sonra uyuyakalmışım. O güvertedeki yıldızlı uykumda, bana sarıldığı,
sabahlara kadar konuştuğumuz, öpüştüğümüz ve bu rüyalardan her seferinde
onun yanında uyandığım mutlu kabuslar gördüm.


Sabah güneşin ilk ışıklarıyla ter içinde uyandım. Tekne diğer durağına
doğru yol almaya başlamıştı bile. Dümen ağır ağır dönüyor, motor gürültüsü
koyda yankılanıyordu. Beni bu yola kim çıkarmıştı hatırlamıyordum. Oysa
ben kaptan olarak bir tek ona güveniyordum. Karşılaşmamız bir garip
“tesadüş”tü. Öyle hesapsız, olağan ve gerçekdışı. Tamam, belki hayat bizim
için sayısız ihtimallerle doluydu. Ama bu koca boşlukta, biz onunla aynı
yıldızdan kopmuş göktaşları gibiydik, ne zaman nerede çakılacağımızı
bilemeden, hızla gökyüzünde kayıyorduk.


Ben o sabah uyandığım sırada, o da kendi yatağında uzanıyordu. Huzurla
inip kalkan göğsü yavaş yavaş uyanan bedenine oksijen pompalıyordu.
Akşam uyumadan önce okuduğu kitabı başucunda buldu. Ona hediye
ederken içine bir şeyler yazmak istemiş, ama ben gittikten sonra da kitap
evinde barınabilsin diye kendimi tutmuş, yazmamıştım. O biliyordu zaten ne
yazacağımı, tüm sorularımı ve cevaplarını. Devam etmek için kitabı eline
aldı.

Sayfa 105
...güzel yüzlü deniz kızı
genç adamın aklının iplerini
tek tek ve sıkıca kendine bağlıyordu,
bunu yaparken de önce
onun içindeki düğümlerini çözüyordu...

Hemen bitsin istemiyor, her seferinde birkaç sayfa okuyup bırakıyordu.
Sayfaları çevirirken sanki beni okşuyor, satırları benim sesimle okuyordu.
Bense, son sayfanın çok önceden yazılmış finali gibi, denizin ortasında,
huzursuz nefeslerle sonumun gelmesini bekliyordum.


Dünyanın en tuzlu denizini ağladım ona, elleri hiç ıslanmadı.

 

*Kitap referansı: Jacques Cazotte, Aşık Şeytan, Babil Kitaplığı Serisi