SES
Yalnızlık, kuş konmaz kalelerle çevrili bir şehirdir. Dışarıdan keşfetmenin imkansız olduğu bir şehir…
Dünyada aynı adı taşıyan belki onlarca şehir var. Ama adamın, sokaklarında gezindiği şehirle aynı adı taşıyan başka bir şehir yok. Bir tane o. Sevdiği ama aynı zamanda nefret ettiği bu şehirde uzuyor ve kısalıyor gölgeleri; artıyor ve azalıyor gücü; yükseliyor ve dibe vuruyor ruhu. Bütün zıtlıkları kendi şehrinde yaşıyor. Adımlarını saydığı; hiç susmayan, hiç ölmeyen, hiç uyumayan bu şehirde… Oysa kendi içindeki öyle değil. Yalnızlıktan mütevellit. Her insanın yalnızlığı bir şehirdir kendi içinde. Kuş uçsun bile istemez semalarında.
Kendi yalnızlığının şehirinde gezinirken birgün, şehrine bir ad ve bir anlam vermeye karar verdi adam. Ve düşündü soğuk rüzgar yüzüne vururken. Kuytu bir köşe aradı şehrine en güzel ismi düşünmek için. Yürüdü, yürüdü. Bir kafeye sığındı ve oturdu köşedeki masaya. Adam şehrini içinde taşıyor. İnsanlardan saklıyor adeta. Elleri cebinde şehrini savunuyor hiç kimse yamacına dahi yaklaşmasın diye. Beresinden ve atkısından arda kalan yüzünün çıplaklığında gözleri, çaktırmadan etrafı kolaçan ediyor. Ediyor etmesine de hiç bir simayı aklına kazıyamıyor artık. Hiç bir kadın yüzünden hoşlanma belirtisi göstermiyor. Hiç bir kıyafeti incelemiyor; hatta renkleri bile seçemiyor. Öyle renksiz ve belirsiz ki dışındaki dünya, çizgiler net olarak birbirinden ayrılmıyor bile. O yüzden sahile hiç inmiyor; kara nerede bitiyor, deniz nerede başlıyor seçemiyor çünkü. Denize düşerse öleceğinden korkuyor. Yüzmeyi de bilmiyor keza.
Etrafında gezinen silüetlerden biri, “Ne alırdınız?” diye soruyor. Başını kaldırmadan cevap veriyor, “Demli bir çay!” Silüet dönüp giderken ardından sesleniyor, “Fincanda olsun!” Duyduğundan emin. Kendi görüntüsü değil belki ama sesi, eşi benzeri olmayan bir karizmaya sahip. Bir dublaj sanatçısı o. Fiziğiyle değil, sesinin rengiyle ünlenmiş. O yüzden şan şöhret sahipleri gibi köşe bucak kaçınmasına gerek yok. Sadece sesine hakim olsa yeter. Kafede de öyle ortalık yerde seslenince, etraf sus pus olup bütün yüzler oturduğu masaya dönüyor. Yüzü gözü belirsiz, atkı ve bereyle kamufle edilmiş bir insan görüyor hepsi. Bütün bakışlar üzerinde donuyor. Ne de olsa hayatlarını kasıp kavuran bir dizinin başkahramanının sesini duyar gibi oluyorlar. İstisnasız hepsinin aklından aynı soru geçiyor:“Acaba o mu?” Çünkü ses, garip bir büyü ile herkesi etkisi altına alıyor. Adam, yalnızlıktan kaçıp yalnızlığına sığındığı ve henüz adını koyamadığı kendi içinin şehrinde bir an kuşatılmış hissediyor. Kuş konmaz kaleleri tehdit altında sanki. Bir iki kelam daha etse saldırıya uğrayacak. Kesin! Huzursuzca kıpırdanıyor oturduğu sandalyede. Yan masada oturan birisi yanına gelecek oluyor. Şükür ki kız arkadaşı kolundan çekiştirerek yerine oturtuyor genci. Fısıltıyla birşeyler konuşuyorlar. Kız kararlı. Gencin ikinci hamlesine izin vermiyor.
“Ne yani!” diyor içinden adam. “O isem ne olmuş? Burda da rahat yok. Keşke olmasanız hiçbiriniz. Yeni bir şehir kurma derdinden kurtulurdum böylece. Aklardı yalnızlığımı terkedilmiş her bir köşe. Bıktım hepinizden; bıktım!” Dudaklarını sıkıca büzüyor. Bereket, ağzı atkı ile sarılı; mimiklerinden yansıyan taşkınlık fark edilmiyor. Burnundan, nefesiyle birlikte hızlıca boşalan duman, bir boğanın kızgınlık mertebesine nazaran naifçe seyrediyor yüzünün önünde. Sisli bir dramadan kalma bir parça sahne belirecek birazdan. Bekliyor. Ama öyle olmuyor. Kendi ütopik şehrini kurma hevesinden vazgeçip hep ve olageldiği gibi delirmiş olduğundan korkuyor. Ruhunun en karanlık gecelerinden birini yaşadığı gün belki de delirdi. Çoğu zaman bir delinin fiiliyatında çünkü. Zira kendi kendine konuşur; sesindeki kelimeler hiçbir anlam ihtiva etmez. Kaybettiği sözcüklerini yakaladığı gibi cümleye dizer, sanki ipe çamaşır asar gibi. Çamaşırların da bir ahengi olur oysaki; renkliler beyazlar… Ama onun cümlelerindeki kelimelerin hiç birinin ağırbaşlı bir yanı yok. Hepsi rastgele. Bilir ki o anlarda ruhu geçer dümenin başına. Belli ki ruhu çoktan delirdi.
Ama aklı henüz izanını koruyor. Kum saatinin zamanı eğirdiği bir gece… Bitmek bilmeyen o gece. İşte o gece düşürdü aklını bir çukura. Çıkaramıyor bir türlü. O ana kadar yaşadığı tüm zamanları yoktan sayıyor. Varlığının anlamını yitiriyor. Ve işte ‘o an’ donuyor kalıyor hayatında. ‘An’larda herşey hareketsizdir zaten. Ne oldu da böyle hissetti? Açıkçası kendisi de çözemiyor. Belki yitirdikleriydi; onu, manayı arayış çukuruna itiveren. Tutundukları, aşık oldukları, sevdikleri, bağlandıkları… Belki de hepsi. Öyle destansı bir kaybediş yaşamıştı ki, bütün değer verdikleri üç ay içinde ölüp gitmişti. Can dayanmaz bir üç ay!
Gerçek yaşamın içine yeniden dahil olamayacağını anlayınca, o da kendi şehrini kurmaya karar vermişti böylece. Kurmaca yalnızlığın kol gezdiği, ıssız duvarlarla örülü. Yaşamsız. Hatta yıkıntı. En çok da bu yıkıntılardan beslenir gibiydi. Müzik zevki bile değişmişti. Ruhunu yerle yeksan eden şarkılar dinliyordu. Mırıldanıyordu. Arayıp buluyordu.
Ne isim vermeliydi ki şimdi şehrine? En son terkettiği sevgilisinin adını mı? Ya da onu en son terkedeninkini mi? İki ay önce kaybettiği köpeğinin ismini mi? Yoksa babasının mezarının bulunduğu muhitin adını mı? Hangisini? Veyahut, okuduğu en güzel aşk romanının geçtiği şehrin adını mı? Hayır, kendi şehri başka bir şehrin adıyla var olamazdı. İçini insanların doldurduğu bir şehrin ismini taşıyamazdı içindeki. Onunkinde hiç insan yoktu keza. Olmamalıydı. “Düşün!” dedi içten içe… “Düşün!”
İçinde olduğu çabanın anlamını sorgulamaya başladı sonra. Belki de yaşadığı yalnızlık ölçülü bir yalnızlıktı. Öyle miydi? Hadi oradan! Düpedüz yalnızlıktı işte yaşadığı. Kimi kandırıyordu. Fincandaki çayın dumanı sigarasından tütene karıştı. Yüzüne vuran sıcak nemli buhar ve acı duman aklınındakileri sise boğdu. O sırada bir takvim yaprağı uçtu kondu önüne. Adeta ilahi bir el değdi başına. Okşadı kirpiklerini. Çabasının anlamsızlığını yüzünün açıkta kalanlarına vurdu.
Diyordu ki şair;
“Vazgeçme!
Bırak şimdi içindeki yıkıntılarda gezinmeyi.
Bir ağacın dalına tutunup günbegün
Gözetlemek istemez misin hayatı yeniden.
Yeşil sarı bir yaprak gibi.
Sonra rüzgara bırakıp kendini…”