MÜLTECİ
Yedinci katta rüzgar en sert haliyle yüzüme çarpıyordu. Dünya nefes alıyordu fakat ben alamıyordum. Binanın en tepesinde ölüme yarım adım uzaklıktaydım. Kravatımı çıkarıp aşağıya bıraktım. Birkaç salınım hareketinden sonra rüzgara kapılıp hızla aşağıya doğru süzülmeye başladı. Karşıdaki gökdelenin siyah camında, düşen kravatımın yansımasını takip ettim. 9 saniye sürmüştü. “Ben daha ağır olduğum için daha hızlı mı düşerim acaba?” diye düşündüm. Çocukken gittiğim oryantasyon okulundaki fizik dersinde limit hızdan bahsedildiğini hatırlıyorum ama şu an onu hesaplayabilecek durumda değildim. Derin bir nefes aldım. Karım Güneş’i ve kızım Nehir’i düşündüm. Belki ben olmazsam Uluslararası Yaşam Programı karıma ve kızıma daha iyi bakardı... Gözümden bir damla yaş aktı, rüzgarın etkisiyle aşağıya doğru değil şakaklarıma doğru ilerledi. Şakaklarımda bulunan kıllara kavuşunca damlanın tenimde süzülme hissi kayboldu. Kıl.. kıl.. kıl.. Kaldırıp kıllı ellerime baktım, iki günde bir kessem bile çıkıp duruyorlardı işte! Ne kıllı vücudum bu şehre aitti, ne de ben giydiğim bu takım elbiseye aittim. Ben... sadece bir neandertaldim*.
Her akşam eve döndüğümde karıma iş bulamadım demekten, her iş görüşmesinde küçümsenmekten, sokaktaki insanların ezici bakışlarından, kızımı dışlayan arkadaşlarına karşı teselli etmekten, hayvan muamelesi görmekten yoruldum artık. Bu dünya bize göre değildi, bundan emin olmuştum. Binlerce yıl önce yok olup giden atalarım da direnmemişti. Doğa bizim için doğru olanı seçmişken, tekrar bu dünyaya geri dönmenin hata olduğu ortadaydı. İki ayağımı da binanın kıyısına getirdim. Artık sadece topuklarım yerle temas halinde, parmak uçlarım boşluktaydı. Gözlerimi kapayıp kendimi bırakırsam, artık bunları düşünmeye gerek kalmayacaktı. Yapmalıydım! Dünyaya gelmeyi ben seçmedim ama en azından ölümüm kendi irademle olmalıydı. Bir titreme başladı, ardından tempolu bir müzik. Telefonum çalıyordu. Hiç zamanı değildi! Duyma... duyma.. sus! Ya önemliyse? Ölmekten daha önemli ne var ki? Konsantre ol ve atla hadi! Her ne kadar çalan telefona dikkatimi vermemeye çalıştıysam da açmadan edemedim.
Ben hiç bir şey demeden karşımdaki kadın konuşmaya başladı: “Merhaba. Toprak Bey ile mi görüşüyorum?” Bir süre neye uğradığımı şaşırmış bir halde bekledikten sonra “evet” demeye çalıştım, sesim o kadar kısık çıktı ki tekrar denedim; evet benim. “Toprak Bey, ben Corner Creative’den arıyorum. Geçen hafta ajansımıza yaptığınız başvuru için görüşmek istiyoruz. Yarın müsait misiniz acaba?” Bir anda aklım bomboş bir kutuya döndü, hiç bir şey düşünemiyordum. Görüşmeyi sonlandırmak için mi yaptım yoksa gerçekten isteyerek mi bilmiyorum ama “müsaitim” dedim. Telefonun ucundaki kadın “Yarın sabah 10’da bekliyoruz öyleyse” dedi. Telefonu kapattıktan sonra içinde bulunduğum durumu düşünmek için binanın kıyısından bir adım geri gittim. Yarın sabah, son bir şans... Bu bina burada duruyor, yarın da atlayabilirim diye düşündüm. Çatıda sırt üstü yere yatıp, bir sigara yaktım. Başım ağrıyordu.
******
Sabah klinikten gelecekleri için erken uyanmıştım. Her pazartesi iki yetkili gelip aşılarımızı yapıyordu. Son birkaç bin yılda ortaya çıkan salgın hastalıklara karşı bağışıklığımız olmadığı için yapılıyordu bu aşılar. Dünyadaki tüm neandertaller için rutin bir işlemdi. Bu aşılar olmadan yaşayamazdık. Yetkililer gittikten sonra tüy dökücü kremimi sürdüm, 10 dakika beklettikten sonra duş aldım, kızıma ve karıma sıkıca sarılıp yola çıktım. Çünkü bu akşam yine o binanın üzerinde olma ihtimalimi biliyordum. İş görüşmesine gitmek için evden çıktım. Minibüsle bir durak gittikten sonra, metroya bindim. Karşımda bir genç kitap okuyor, onun yanında oturan elli yaşlarında olan adam bana gözlerini dikmiş bakıyordu. Bu bakışlara alışkındım, onlar için biz neandertaller hala ötekiydik. Özellikle dindarlar için bir tabuyduk, çünkü biz tüm dinlerden önce de vardık. Bu nefretin herkes için başka bir sebebi vardı. Bazıları bizden sadece tiksiniyor, ilkel bulduğu için istemiyordu. Bunun dışında merakla yaklaşan, tanışmak isteyen, yardımcı olmak isteyen insanlar da oluyordu elbette. Ama bu iyi yaklaşımlar devede kulak diyebileceğim kadar azdı.
Görüşme yapacağım ajansı bulmam zor olmadı. Söylenenden 10 dakika önce varmıştım. Kapısında “Corner Creative” yazan villanın içine girdim. Kapıdan girince sağ tarafta bulunan bankonun orada bir kadın bilgisayarla uğraşıyordu. Gelip bankonun başında durup bana bakmasını bekledim. Göz ucuyla bakarak geldiğimi anladı ancak bilgisayardaki işini tam bitirmeden bana dönmedi. “Enter”a sertçe bastıktan sonra bana dönmesiyle ürpermesi bir oldu. Bu irkilmeye de alışık olduğum için soğukkanlılıkla kendisine gelmesini bekleyip gülümsedim. “Ben iş görüşmesi için gelmiştim” dedim. Kadın bir kaç saniye daha sessizce bana baktıktan sonra “hemen geliyorum” diyerek oturduğu koltuktan kalktı ve koridorda ilerlerken çıkardığı topuk sesleriyle birlikte kayboldu. Başıma vuran sancıyı dindirmek için gözlerimi kapatıp gelmesini bekledim.
Birkaç dakika sonra, ifadesizce giden kadın yüzünde koca bir gülümsemeyle geri geldi. “Can Bey sizi bekliyor” diyerek onu takip etmemi istedi. Az önce gittiği koridorda birlikte yürüyorduk. Odalar koridordan cam bölmeler ile ayrıldığı için yürürken diğer çalışanları görebiliyordum. Muhtemelen çalıştıkları yere bir neandertal geldiğini öğrenmiş ve ilgiyle bana bakıyorlardı. Açıkçası buradaki bakışlar beni pek rahatsız eden cinsten değildi. Sadece meraktan baktıklarını hissedebiliyordum. Nihayet koridorun sonuna gelmemizle kadının kapısını açıp beni buyur ettiği odaya girdim. Beyaz ve fit kesim bir gömlek giymiş, gri saçlı bir adam bilgisayarın başında oturuyordu. Ben girince müziğin sesini kısıp ayağa kalktı ve hemen elimi sıkarak “hoş geldin” dedi. Gösterdiği koltuğa oturdum. “Adın Toprak’tı değil mi?” diye sordu kendi yerine geçerken. “Evet efendim” dedim. “Bak Toprak, on beş dakika sonra bir toplantıya gireceğim için sana net konuşacağım. Öncelikle ben senin efendin falan değilim. Bir insana efendim deme. Hatta bir neandertale de efendim deme. Dışarıda neler çektiğini az çok tahmin edebiliyorum. Seni sindirmelerine izin verme. Bir süredir sizler için bir şeyler yapabilmeyi planlıyordum. Senin iş başvurun tam isabet oldu. İşini biliyor musun?”
“Tam değil” dedim. Bana bu kadar samimi davranacağını pek tahmin etmiyordum. Gömleğinin kollarını katlarken konuşmaya devam etti: “Basit iş; çay, kahve yapacaksın ufak tefek işleri halledeceksin, seni karşılayan kız, Seda daha detaylı anlatır sana neler yapacağını. Biliyorsun maaşının yarısını Uluslararası Yaşam Programı karşılıyor. Ama ben hiç onlar yokmuş gibi sana maaşını tam vereceğim. Dolayısıyla bir buçuk kat daha fazla kazanacaksın.” Başımın ağrısının artmasıyla onu dinlemekte zorlanıyordum. Bana neden bu kadar iyi davrandığını anlayamamıştım. Oturduğu yerden kalkıp benim oturduğum iki kişilik koltuğa geldi. Bir elini dizime koydu ve konuşmaya devam etti: “Bak, ben tüm insanlık adına senden özür diliyorum. Belki de sizleri klonlayarak tekrar dünyaya getirmek başlangıçta iyi bir fikirdi. Ama sen de biliyorsun Büyük Savaş her şeyi mahfetti. Ülkeler sizin için ayrılan kaynaktan vazgeçti. Binlerce neandertal dünyanın farklı yerlerinde başlarının çaresine bakmak zorunda kaldılar. Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim...” Bakışlarını bana dikmiş “özür dilerim” demeye devam ediyordu. Takılıp kalmıştı. Anlamıyordum. Midem de bulanmaya başlamıştı. O hiç kıpırdamadan sadece konuşuyordu: “Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim efendim...”
******
Bulanık... Kirpiklerim sulanmış ve birbirlerine yapışmış. Kirpiklerimin arasından biraz ışık sızıyor gözümün içine. Alt ve üst kirpiklerimi birbirinden ayırıp göz kapaklarımı açabilmek için biraz zorluyorum kendimi. Önce ufak bir acıyla sağ göz kapağım açılıyor, ardından da sol gözüm. Gözümün ışığa alışması biraz vaktimi alıyor. Onları kaşımak için elimi kaldırmaya çalışıyorum, acı hissediyorum. Bir yatakta yattığımı farkediyorum. Sol tarafımda bir makine var ve sanırım sol elime giren bir kablo mevcut. Görüntü yavaş yavaş netleşiyor. Bir oda... bir hastane odası sanırım. Kıllarım çıkmış. En az bir haftadır buradayım. Başım çok şiddetli ağrıyor. Boğazım kupkuru.
Yaklaşık on beş dakika sonra açık pembe renginde önlük giyen bir kız içeri girdi. Onu gördüğüm gibi “su...” diyebildim. Hemen yanıma koşup sol tarafımdaki ekranı inceledi. Tekrar “su” dedim. “Sakin olun hemen getiriyorum” dedi. Birkaç dakika sonra iki doktor ile birlikte geri geldiler. Bana verdikleri bardaktaki suyu içip bardağı uzatarak yenisini istedim. Doktorlardan biri esmer, uzun boylu ve sarı gözlü bir adamdı. Serumumu değiştirmeye çalışıyordu. Diğeri ise gri saçlı, orta boylu, dikkatle elindeki tablete not alan bir adamdı. Rüyamda bana iş veren adam buydu sanırım. “Can Bey!” dedim. Başını ekrandan kaldırıp yüzüme baktı. Sonra göğsünü yokladı. Bir isim kartı taşıyıp taşımadığından emin olmak istedi. “Toprak Bey iyi misiniz? Adımı nereden biliyorsunuz?” dedi. Bunun nasıl olduğunu ben de bilmiyordum. Belki uyurken adını duymuş olabilirdim ama ne yüzünü ne de saç rengini nasıl bilebilirdim? Gördüğüm rüya mıydı gerçek miydi? Gerçek neydi? Ben bunları düşünürken doktor şaşkınlıkla bana bakmaktaydı. “Lütfen biraz dinlenin, kendinizi zorlamayın, şimdi size ağrı kesici ve sakinleştirici vereceğiz.” dedi ve diğer doktora bir şeyler söyleyip odadan ayrıldı.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, tekrar kendime gelmiştim ve verdikleri ilaçlardan olsa gerek pek ağrı hissetmiyordum. Uyandığımda iki takım elbiseli adam odamda bekliyordu. Pencerenin kenarına oturmuş konuşuyorlardı. Biri oldukça uzun boylu ve saçları çok kısa bir adamdı, diğeri ise onun tam tersi; boyu çok kısa ve saçları uzun bir adamdı. Uyandığımı farkedince yanıma doğru yaklaştılar. Kısa boylu olan “Toprak Bey merhaba iyi misiniz?” diye sordu. Yatağa düştüğümden beri “bey” olmuştum. Boğazımdan çıkan kısık sesimle “iyiyim sağolun” dedim. “Siz kimsiniz?”, “Karım ve kızımı istiyorum.” Uzun boylu olan devam etti; “Ben Klaus, arkadaşımın adı da Bora, Uluslararası Yaşam Programı adına buraya geldik. Artık sizinle bizim ilgileneceğimizi bilmenizi isteriz” dedi. Benimle ilgileneceklermiş... “Bunun için bir apartmandan atlamamı mı beklediniz? İlginize ihtiyacım yok, karımı ve kızımı istiyorum!”
Doğrulmaya çalıştım fakat hissettiğim acıyla başımı tekrar yastığa bıraktım. Bora bir adım daha yaklaşarak sağ tarafımdaki sandalyeye oturdu; “Toprak Bey, biliyorsunuz Neandertal Programımız askıya alındı. Sadece belli oranda sizlere destek olabiliyoruz. Ancak artık en azından sizin adınıza bunun değişeceğini söyleyebiliriz.” Bu tiplerin boş konuşmaları beni yoruyordu; “Neden, benim farkım ölmek üzere olmam mı?”. Bir süre birbirlerine baktılar, kendilerine olan güvenlerini tazelediler. Bora devam etti: “Aslında hem evet hem hayır. Size durumu açıklayacağız. Biz anlatırken sizden sakin olmanızı rica ediyorum. Binadan atladıktan sonra ne kadar zaman geçti biliyor musunuz? Bunu sormasıyla hiç düşünmediğim bir durumu düşünmeye başladım. Gerçekten binadan atlamıştım ve hala hayattaydım. Bu gerçekti. Karımın ve kızımın yüzüne nasıl bakacaktım. Böyle planlamamıştım. İntihar eden hiç kimse hayatta kalmayı gelecek planlarına dâhil etmez. Ama olmuştu işte. Şimdi onlara karşı büyük bir mahcubiyet hissediyordum. Kahretsin! Ben yokken Güneş ve Nehir ne yapmıştı? Ya aylardır buradaysam ne yiyip ne içtiler? Tüm bunlar tekrar bende ayağa kalkma isteği oluşturduysa da başaramadım. “Kaç aydır buradayım?” diye sordum.
“Sadece sekiz gündür” dedi Klaus. “Toprak Bey, aslında açıklamak istediğimiz durum tam olarak bu. Normalde bir insanın ya da neandertalin ölmesi gereken bir eylemde bulundunuz. Böyle vakalarda nadir de olsa hayatta kalanlar olur. Fakat genellikle ya kalıcı sakatlıklarla ya da aylarca süren bir tedavi süreciyle hayatta kalırlar. Sizde durum biraz farklı.”
Ben, bir neandertalin ölmesi için kaçıncı kattan atlaması lazım diye düşünürken Bora devam etti: “Sizin daha özel bir durumunuz var, hastane raporlarında ilginç bir durumla karşılaşınca iki gün önce raporu bize bildirdiler. Vücudunuz çok hızlı bir şekilde iyileşiyor ve aslında daha önemlisi; neredeyse tüm vücudunuz kendini yeniliyebiliyor.” Anlattıkları şey hakkında hiçbir fikrim yoktu; “Neyden bahsettiğinizi anlamıyorum” dedim. Bora ayağa kalktı, köşedeki masada bulunan sürahiden bardağa su doldurdu ve bana getirdi. Tekrar sandalyeye oturdu. “Toprak Bey, biliyorsunuz her hafta aşılarınız ve ilaçlarınız için yetkililerimiz sizi ziyaret ediyor. Bunlar gerçekten sağlığınız için önemli. Ancak bunlar sadece ilaç değil. Bazıları farklı.” Suyumu içerken boğazım düğümlenmişti; “Bazıları farklı ne demek?” diyerek gözlerimi iki takım elbiseli adamın üzerine dikmiştim. “Toprak... devletler bu durumdayken size kaynak sağlıyabilmemiz için onlara bir şeyler vermemiz gerekiyordu. Ne yazık ki insanlar üzerinde deneyemediğimiz bazı ilaçları sizlerin üzerinde denedik. Bu...Yani sizlerde denediğimiz şey ölümsüzlük programıydı. Daha önce denenmemiş bir takım ilaçlar...” Derin bir nefes alıp devam etti: “Ve... ilk pozitif geri dönüşü senden aldık. Aslında daha uzun yıllar sürecekti, ancak oldu anlıyor musun? Senin vücudun, şimdiden kendini yenileyebilir hale geldi.” Bir anda elimdeki bardağı Bora’ya fırlattım. Tüm pişkinlikleriyle bana deneyden bahsediyordu. Sanki bir farenin deney sonucunu anlatırmış gibi rahattı. Uzanıp kolundan tutup kendime çekmeye çalıştım ama beceremedim. Çıldıracak gibiydim. Tüm gücümle nefretimi kusuyor, avazım çıktığı kadar bağırıyordum. “Karım ve kızım, onlara da mı verdiniz o ilaçlardan!” İki güvenlik görevlisi ve iki doktor içeriye girdi. Ardından kızım ve karım sesimi duymuş olacak, odaya girmeye çalıştılar. Onları kapıda durdurdular. Ellerimi ve ayaklarımı tutmuş bana sakinleştirici vermeye çalışıyorlardı. Kızımın elinde bir hediye paketi vardı. Yankılanan sesler içinde onun “baba” dediğini duyuyordum; “Sana yeni kravat aldım baba...” Kapının ardından çıldırmış babasına bakıyordu. Ne kadar güzel gözleri vardı. Kalkıp ona sarılmak istiyordum. Tüm vücudum titriyordu. Klaus ve Bora’nın “Sakin ol” deyişleri kulağımda çınlıyordu. Onların tek düşündüğü insanlığa verilecek bu “büyük” haberdi.
Ağlıyordum. Çünkü ben duyguları olan bir kobaydım. Hayvan yerine koyulmuş bir insandım. Ben tarihin karanlığından gelen bir mülteciydim. Gözlerim kararıyordu. Sesler azalıyor, uykuya dalıyordum. Kızımın aldığı o kravat... Bu hayvanın en değerli tasmasıydı artık.