Dram

Kahve Kokusuna Düşen Gözler

Kahve Kokusuna Düşen Gözler

"Hanımefendi, siz kahve kokusuna düşen gözlerin hikayesini biliyor musunuz?"

Her şey böyle başladı galiba, bir zamanlar gözlerinde sımsıcak, mavi renkli bir aşk bulduğunuz gözler artık sizi süngülüyorsa, kurduğu tek bir cümle kör bir bıçak gibi kesiyorsa etinizi anlatmaya başlıyorsunuz.

Çocukken babaannemin dizine başımı yaslayıp nasırlı ellerini sımsıkı tutarak anlattığı masalların sonunu amansız bir korkuyla gözüm kapalı dinlerdim, konuşmasam da ondan böyle merhamet dilenirdim. Masalların anlatıcısı o değil miydi, o zaman yazar da oydu.

Neden anlattığı her masal mutsuz bir sonla bitmek zorundaydı ki? İsteseydi eğer mutlu bir son da yazabilirdi ama onun masalları hep kırık döküktü. Masalların mutlu sonla bittiğini bilmediğim zamanlardı ve babaannemin masalları hep acı kahve kokardı.

Evet, her şey böyle başladı galiba, her şey babaannemin bana masallar anlatmasıyla ve Ekin'in hiç masal bilmemesiyle başladı. Ben de ona her satırında onun olduğu, avuçlarındaki kahve kokusunun kelimelere sindiği bir masal anlatma sözü verdim;

Ekin inandı, ben ise ona anlatacağım masalın adını bile unuttum. Ta ki o, yıllar sonra umudun çiçeklendiği gözleriyle yüzüme bakıp bana yeniden o masalı hatırlatıncaya kadar...

Soren Kierkegaard zamanında "Hepsi anımsanacaktı; ama herkes bekleyişi kadar büyüktü. Biri olabilecek olanı beklediği kadar büyüktü. Oysa imkânsızı bekleyen herkesten büyüktü. Hepsi anımsanacaktı; ama herkes mücadele ettiği şeyin büyüklüğü kadar büyüktü." demişti ve bunu Ekin'in bekleyişini bilmeden söylemişti.

Ekin kelimelere sığmaz bir büyüklükteydi ve bu da onu neden anlattığımın cevabıydı.


Siz hiç tanımadığınız birini yıllarca umutsuzca beklediniz mi? Onun kokusunu duyumsayıp güz mevsiminin iç acıtan bütün renklerini yüreğinize işlediniz mi? Karanlık çıkmaz bir sokakta bir nefes uzaklığında onun kokusu hiç korkularınızı okşadı mı? Hayat bütün olağanlığıyla akıp dururken bir çocuk kalbinde, siz hiç bir sokak ortasında heyecandan tir tir titrediniz mi? Hayır mı?

Peki siz hiç aşık oldunuz mu? Ben oldum...

Onu daha önce hiç görmesem de bir bakışı yetti onu tanımaya, ben bu bakışları tanıyordum; gözlerimizin birbirine değdiği ve birbirinden koparıldığı o ilk andan itibaren bütün arayışlarımın cevabıydı Ekin'in gözleri, biliyordum...

Onu ilk kez dersten çıkmış eve giderken hukuk fakültesinin koridorunda asansörün önünde elinde kahvesiyle bıkkın bıkkın volta atarken gördüm. Bakışlarımı ona çevirmem, ona bakmam bir refleks gibiydi, sadece o an için bunu yapmam gerektiğini hissediyordum ve ben de yaptım.

Onu görür görmez ona vurulduğumu söyleyemem. Sadece garip bir şekilde onu tanıyor gibiydim ve ben istemsizce ona çekilmekten kendimi alamıyordum. Yine de hissettiklerimi hiçbir rasyonel zemine oturtamadığım için duygularımı küçümsedim ve kolumdan sarkan çantamı tepeden bir bakışla baktığım çocuğa bakarak düzeltip yoluma devam edecektim ki dersine yetişmeye çalıştığını düşündüğüm biri kendi rüzgarına kapılmış olacak ki Ekin'e çarpıp arkasına bile bakmadan hızla oradan uzaklaştı.

Her şey çok hızlıydı, Ekin'in elindeki kahve bardağının koridorda savruluşu, Ekin'in yere düşmesiyle kulaklarımda çınlayan küt sesi, her şey bir film karesinden kopup gelmiş gibiydi adeta. O an her zaman yaptığım gibi etrafımda olup bitenlere kayıtsız kalıp gitmem gerekiyordu belki ama ben bunu yapamamıştım çünkü yaşıtım olduğunu düşündüğüm çocuk ellerine bakıp bakıp sessizce karşımda ağlıyordu.

Ben erkekler ağlamaz martavallarıyla büyüyenlerden sadece biriydim ama tam da o anda karşımda ağlayan çocuğa baktıkça hayatımdaki bazı kalıpların çatırdadığını hissediyordum. Derin bir nefes aldıktan sonra hızla Ekin'in yanına gidip onu yerden kaldırdım ama Ekin de benim gibi ona yardım etmemi garipsemiş olacak ki önce yaşadığı şokun etkisiyle bana kısa bir bakış attı sonra da yeniden bakışlarını ellerine çevirerek ağlamaya devam etti.

Bu bizim ilk göz göze gelişimizdi. Başta karşımda ağlayan çocuğun neden ağladığını anlamasam da bakışlarımı dizlerine kaydırınca dizleri yırtık pantolonundaki kanı görüp -verdiği tepkiyi fazla bulmama rağmen- ona hak vermeye çalıştım. Ben tam ona durumunun kötü olmadığını onu revire götürebileceğimi söyleyecekken birden ellerinde abur cuburlarıyla bize doğru koşan iki kişinin bağırıp çağırmaları nedeniyle cümlem ağzımda ıslanmadan öylece bakakaldım. Her ikisi de kısa boylu olan çocuklardan sarışın olan "Tanrım, Ekin ellerine ne oldu?" diye sorunca Ekin cevap vermek yerine daha da içli bir şekilde ağlamaya başladı.

İçinde bulunduğum durumu gerçekten anlamaya çalışıyordum ama buna imkan yoktu, oflayarak "Eli değil, bacağı kanıyor revire götürmenize..." bu sefer sözümü esmer olan kesip endişeli bir ses tonuyla "Tamam Ekin bir şey yok, ellerinin icabına şimdi bakacağız sakin ol." deyince sabrımın tükendiğini hissettim ama ben bunu hissetmekle kalmayıp davranışlarıma da yansıttım. Saçlarımı hırsla karıştırıp "Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Ne elinden bahsediyorsunuz Tanrı aşkına, elinde bir şey yok dizi kanıyor sadece." deyince bu sefer oflayarak yüzüme bakan onlardı. Esmer olan sinirle "Sen Ekin'in bacağı için ağladığını sanıyorsan eğer oldukça yanılıyorsun, öyle küçük bir sıyrık için ağlayacak biri değildir o. Burada asıl sorun elleri, az önce yeri süsleyen tozların, mikropların şimdi ellerine bulanması... Kim bilir bu koridorda dolaşan o ayakkabılar nerelere girip kirlendi de o kirler şimdi Ekin'in ellerinde..." deyince sarışın olan onun daha fazla devam etmemesi için dirseğiyle koluna vurup endişeli bir gülümsemeyle Ekin'e döndü ve "Berkin abartıyor, koridorlar her gün birkaç defa temizleniyor. Yerler o kadar da kirli değildir yani öyle umuyorum." dedi, sonlara doğru sesini duymak epey bir güçleşmişti nitekim söyledikleri Ekin'i sakinleştireceği yerde daha da ağlatıp ayaklarının onu taşımasına engel olarak yere çökmesine sebep oldu ki bu kısım aynı zamanda benim kahramanlık gösterdiğim bölümdü. Ani bir refleksle Ekin'i tutup onun düşmesine engel oldum ve onun yürüyemeyeceğine kanaat getirerek hızla onu kucağıma alıp revire doğru yol aldım.

Ekin yol boyunca ağlayıp adlarının Berkin ve Anıl olduğunu öğrendiğim arkadaşlarına burnunu çeke çeke "Ben ellerimi yıkayamam ki, onları siz yıkayacaksınız. Ellerimi önce alkolle yıkayın sonra da çamaşır suyuna batırın." deyip duruyordu.

O kadar masumdu ki, dünyanın kalbi çamurlu ayak izlerinden görünmezken onun yüreği bulutsuz masmavi bir gökyüzüydü; hiç el değmemiş, ayak basılmamış...

Kendimi gülümsemekten ve ona bakmaktan alıkoyamıyordum, ki zaten dudaklarım da gözlerim gibi çoktan ona göz kırpmaya başlamıştı bile...

O gün Ekin'i yürümekte zorlandığı için evine ben bıraktım, yol boyunca sessizdi bu nedenle çok konuşkan biri değil diye düşünüp ben de üstüne pek düşmedim ama eve dönüp de başımı yastığa koyunca pişmanlıklar sardı dört bir yanımı; onunla daha fazla vakit geçiremediğim için pişman olmuştum. O olaydan sonra Ekin'i okulda ara ara görsem de bir süre sonra araya zaman girdikçe ve onu görmemeye başladıkça zihnimdeki yüzü simsiyah bir örtüyle örtüldü; onu unuttum, gerçekten unuttum. Ta ki okulun son senesi onu Uygarlık Tarihi adlı herkesin almak zorunda olduğu ortak derste tekrar görünceye kadar...

Derse arada gelip gitsem de Ekin'in çalışkan biri olduğunu bütün sınıfla birlikte ben de biliyordum, derse ondan başka katılan kimse de yoktu zaten. Dönemin sonuna doğru onunla arada göz göze gelsek de pek konuştuğumuz söylenemezdi, nedense konuşmaktan korkuyorduk.

Onu yeniden hatırlamam ise derste yaptığı bir sunum sayesinde gerçekleşti. Çok heyecanlıydı, sunum boyunca kollarını göğsünde bağlayıp anlatımını öyle gerçekleştirmişti. Arada sesi titremeye başladığında ise bunu gizlemek için öksürüyordu.

Ekin'i gülümseyerek izliyordum, heyecanını saklama çabaları bana oldukça komik geliyordu ama sonra hiç beklemediğim bir anda Ekin bana baktı ve sunum boyunca gözlerimin içine daha önce kimsede görmediğim bir hüzün ve derinlikle bakmaya devam etti.

İşte onu yeniden hatırlamam da böyle gerçekleşti, onunla tanıştığımız gün onu kucağımda taşırken onun sızlanmalarına gülümsediğim sırada da bana yine aynı bu şekilde bakmıştı. Onun beni hiç unutmadığını ise çok sonradan bizzat Ekin'in kendisinden öğrenecektim, o beni hiç unutmamıştı.

Bu tatsız dersin ardından onu kırdığımı düşünerek hemen gidip Ekin'den özür dilemiş ve sonrasında çok yakın olmamakla beraber yine de birbirimize selam verip hal hatır soracak duruma gelebilmiştik.

Zaman hızlı akıyordu ve o hızla aktıkça baştaki kaçamak bakışlarımız günden güne daha da cüretkar bir hal almaya başlamıştı, ki biz bir süre sonra sözlerle değil bakışlarımızla konuşmaya, birbirimizi anlamaya başlamıştık.

Ders çıkışlarında Ekin'i hep hukuk fakültesinin önündeki banklarda oturur bulurdum ve ben onu ne zaman görsem o hep arkadaşlarına hararetle bir şey anlatıyor olurdu ama ne zaman bakışlarımız buluşsa o hemen susup yerine oturuyordu.

Benim Ekin üzerindeki etkim buydu, duygularını hoyratça tüketiyordum. Baktığım her yerde Ekin vardı ve dürüst olmak gerekirse ben de bakışlarımı onun üzerinden çekemiyordum.

Yıllarca bilmediğim bir anlam arayışı içerisine girmiş, huzursuz ruhumu yatıştırmaya çalışmıştım ama istediğim huzuru bir türlü elde edememiştim.

Bende eksik olan, ruhumdan çalınan şeyi bulamayacağımı kabullendiğim noktada ise huzuru kayıtsızlıkta bulmuştum; etrafımdaki insanlara, olaylara ilgi duymuyor, umursamıyordum ama Ekin'i tanıdığım günden sonra eski huzursuzluğum geri dönmüş ve ben engelleyemediğim bir çekimin içinde kendimi kaybetmiştim.

Ekin'e duyduğum şeyi tanımlayamıyor, onu görmek istemiyordum ama onu gördüğüm yerde de karşısına geçip sigaramı gözlerine baka baka içmekten asla geri adım atmıyordum. O anlarda Ekin kızarıp dururken ben içimde bastıramadığım kıpırtının esiri olup ölüme hep bir adım uzaklıkta olduğumu düşünmeye başlıyordum.

Dönemin sonuna geldiğimizde artık tamamen Ekin tarafından kuşatılmıştım. Yemekhanede, derste, kütüphanede ve hatta rüyalarımda bile Ekin vardı ama ben günden güne ondan gidiyordum. Okulum bitiyordu ve ben ondan sızım sızım kopuyordum. Konuşmadan sadece bakışarak aylarımızı geçirmiştik ama birbirimize doğru bir adım atmaktan hala çekiniyorduk.

Dersin son günü gelip çattığında kaçınılmaz sonun kapısına vardığımızı artık ikimiz de biliyorduk. Ekin ders boyunca hüzün dolu bakışlarla bana bakıp dursa da yapacak hiçbir şeyim yoktu bu nedenle ilk defa o gün ondan hep bakışlarımı kaçırıp durdum.

Mezun olmaya bir adım uzaktım artık. Kalan son dersimi de yaz okulunda verip mezun olacaktım. Her ne kadar Ekin'i daha fazla görmek için onun da yaz okuluna gelmesini istesem de onun yaz okuluna kalabileceğini sanmıyordum ve o an bunu düşündükçe yüreğim burkulup son bir bakışa ağıt yakacak duruma geliyordum ama ben buna rağmen ders boyunca hüznümü saklayıp arkadaşlarımla gülüşüp durdum sadece.

Dersten sonra ise son kez kaçamak bakışlarla Ekin'in arkasından öylece ona baktım, bunun onu göreceğim son an olduğuna o kadar emindim ki ama hayat tam da bu kesinlik anlarında kendi senaryosunu işletmeye başlayıp bütün beklentilerimizi yerle bir ederek hayatı yeniden sorgulamamıza neden olacak olaylarla etrafımızı kuşatıyordu.

Ben Ekin'i bir daha hiç göremeyeceğimden oldukça emindim ama yaz okulunun ilk günü kütüphaneden çıkarken bir arkadaşıyla kapıda sohbet eden, karşısındaki kişiye kahkaha attıran kişi bizzat Ekin'in ta kendisiydi.

O gün Ekin beni görünce her zaman olduğu gibi yine durulup gülümseyerek bana başıyla selam vermiş olsa da ben soğuk bir şekilde yüzüne dahi bakmadan elimi kaldırıp hızla yanından geçip gittim. Nefes alamıyordum, Ekin'in olduğu yerde nefes alamıyordum. İyi değildim, eski halimi özlemle aradığım ama bir yandan da hayatımın eskiden ne kadar anlamsız olduğunu anlamaya başladığım bir dönemden geçiyordum.

Yemekhanede yemek yemeyi sevmesem de Ekin'i görmek için artık hep orada yiyordum. Yemekhaneye girer girmez önce etrafa göz gezdirip Ekin'i buluyor sonra da gidip tam karşısına oturuyordum. Ekin ise her karşısına geçip oturduğumda yemek yemeyi bırakıp öylece beni seyrediyordu.

Yemekhanenin çok boş olduğu bir günde onu arkadaşlarıyla değil de yalnız görünce hemen karşısına oturup artık bir adım atmam gerektiğini düşünerek ona masama gelmesini işaret ettim. Ekin şaşkınlıkla yüzüme bakıp bir yanlışlık olup olmadığından emin olmak için eliyle kendisini gösterince masumiyetine gülümseyip başımı evet anlamında salladım.

Ekin onu onaylamamla birlikte titreyen elleriyle tepsisini kavrayıp sarsak adımlarla masama gelip oturdu. Açıkçası benim de ondan pek bir farkım yoktu, kalbim acı acı haykırıyordu ama ben onu her zaman yaptığım gibi yine duymazlıktan gelmeye çalıştım.

Ekin bakışlarını benden kaçırarak varla yok arası bir sesle "Merhaba." dedi ve o bir merhabayla bin merhaba döküldü kuş ayaklı yüreğimin sokaklarına. Ona gülümseyip ben de "Merhaba. Yaz okulunda seni görmeyi beklemiyordum." dedim.

Ekin öksürüp "Okulu erken bitirmeye çalışıyorum." dedi. Neden erken bitirmek istediğini sormak istesem de Ekin başını önüne eğip yemeğiyle oynamaya başlayınca bundan vazgeçtim. Ben de onun gibi tabağımdakileri bir süre çatalımla didikledikten sonra yeniden konuşmaya karar verdim. "Pek konuşkan değilsin galiba." dedim gülümseyerek.

Ekin didikleyip durduğu yemeğinden başını hızla çekip "Aslında konuşkan biriyimdir sadece... Bilmiyorum, garip hissediyorum uzun zamandır." dedi. Kalbimin atışları gitgide daha da hızlanmaya başlayınca bu sefer de ben sessizliğe bürünüp başımı kaldırmadan yemeğimi yedim.

Yemeğimi bitirip de başımı kaldırınca Ekin'in hala yemeğiyle oynadığını görüp merakla "Aç değil misin?" diye sordum. Ekin dalgın bir şekilde başını sallayıp "Değilim." dedi ve ellerini cebinden çıkardığı ıslak mendille sildikten sonra "Ben ellerimi yıkamalıyım." deyip masadan aceleyle kalktı. Hiçbir şeye dokunmadığı halde niye ellerini yıkamak zorunda olduğunu anlayamıyordum. Yere düştüğü gün de bacağı kanayıp durmasına rağmen onun tek umursadığı şey elleriydi.

Zihnimde yüzüp duran sorulara cevap bulamayacağımı anlayınca yerimden huzursuz bir şekilde kalkıp Ekin'i beklemek için dışarı çıktım ve çıkar çıkmaz da zamanı tüketmek adına sigaramı yakıp bulutsuz gökyüzüne doğru onu yavaş yavaş tüttürdüm.

Gözlerim sosyal tesisin kapısında, çaresizce Ekin'in çıkmasını bekliyordum. Onun iyi olduğunu görmek istiyordum. Ekin bir süre sonra kapıda görünüp benim onu beklediğim banka doğru gülümseyerek yürümeye başlayınca derin bir soluk alıp ben de ona gülümsedim ama o bana yaklaştıkça anladım ki Ekin ne kadar gülümserse gülümsesin o, kirpiklerinde dökülmemek için oraya sıkıca tutunmuş yağmur taneleri taşıyan bir yağmur bulutundan ibaretti sadece, bir gün hem ıslanacak hem ıslatacaktı, biliyordum.

Yanıma gelip oturunca kısık ve bir o kadar da tereddütlü bir sesle bir anda "Bana telefon numaranı verir misin?" dedi. Şaşırsam da başımı evet anlamında sallayıp ona numaramı vererek beni çaldırmasını bekledim ama o acelesi olduğunu söyleyip beni akşam arayacağını söyleyerek aceleyle yanımdan ayrıldı.

Ekin'in şaşkın tavırları beni gülümsetse de bulutların çevrili olduğu gözleri yüreğime ağır geliyordu. Bazı geceler uyuyamayıp gözlerini düşünerek onların bende uyandırdığı hissiyatı somutlaştırmak için benzetmeler bulmaya çalışırdım ama çoğu zaman gözleri deyip susuyordum. Gözleri... Gözleri, tamamlanmamış cümlelerimin üvey babasıydı, bana karşı oldukça hoyrattılar.

Bütün akşam boyunca Ekin'in aramasını beklesem de o beni tam uykuya dalacağım sırada, sabaha karşı aradı. Heyecanlı bir ses tonuyla "Merhaba." dedikten sonra geç bir saatte aradığı için benden özür diledi. Sesi garip geliyordu, sesinde hem neşe hem de heyecan vardı.

Derin bir nefes aldığını duyduktan üç saniye sonra "Ben... Ben seninle içimi acıtan bazı şeyler hakkında konuşmak istiyorum." dedi ve devam etti. "Biliyorum, her şey apaçık ortada sadece dile dökülmesi gereken şeyler var, gerçi pankart açsaydım ancak bu kadar açık olabilirdi. "

Birkaç defa sesli bir şekilde nefes alıp verdikten sonra kararlı bir şekilde "Adel söyler misin bu daha ne kadar böyle uzaktan devam edecek?" deyip kıkırdadı. Ekin içmişti ve bu sesindeki neşeden, kesik kesik ve yayvan konuşmasından oldukça belliydi.

Onun ne hakkında konuştuğunu kestirmek elbette çok da güç değildi ama ben Ekin ile vuslatı hiç düşlememiştim ki, bakışmak bile bana büyük bir lütuf gibi geliyordu, bana elini uzattığı günden telefonda merhaba dediği ana kadar devamlı olarak yüreğinde taşıdığı aşkın meyini bana yudum yudum sunmuştu zaten, onu nasıl reddedebilirdim ki? "Uzaktan devam edemeyecek olan ne Ekin?" dedim ve o beni göremese de muzip bir şekilde gülümsedim. Ekin soluksuz kalmış gibi hızlı hızlı nefes alıp vermesine rağmen sustu, konuşmadı. "Ekin... Orada mısın?" deyince kesik kesik "Sen gözlerinle ruhuma dokundun Asel. Bakışların, bakışların adeta umudun yuvası gibi..." dedi.

O an Ekin'in dudaklarından dökülen kelimeler kalbimi tekletti, Ekin ile hiç konuşamasak da onun beni, aşkımı görmüş olması beni soluksuz bırakmıştı, Ekin beni anlamıştı...

İnsanlara kendinizi anlatmanız için kelimelerin sihirli gücüne ihtiyacınız yoktu ki zaten; bir gülüş, saçlarınızı rüzgara doğru savuruşunuz, dudaklarınızın kıvrılışı bile birer sözcük yığınıydı ama asıl önemli olan o yığının altında saklı olan anlamı kimin bulup ortaya çıkaracağıydı.

Ben Ekin'i görür görmez, gözleri gözlerime değer değmez aşık olmuştum. Zaten aşk sanılanın aksine süreç içerisinde değil oldukça ani bir şekilde gerçekleşirdi ki aşkın herkesin payına düşmediği de bir gerçekti.

Howard Fast'in de dediği gibi ; Yürek bir kez görür, sonra hep gözler görürdü. Yüreğim Ekin'i bir kez görmüş ve onu bir daha hiç unutmamıştı, hayır hayır yüreğim Ekin'i unutmamıştı, Ekin'i unutan yüreğim değil gözlerimdi.

Ekin'in daha fazla kıvranmasına dayanamayıp lafı çok da dolandırmadan direkt ben girdim konuya. "Seni seviyorum Ekin, hayır hayır bu normal bir sevgi değil. Ben daha önce sevginin birçok çeşidini tattım ama bu farklı, hangi sözcük içimdeki yangını ifade edebilir bilmiyorum ama ben sanırım sana aşığım ve sanırım sen de yeşeren aşkı senin cephenden izlemeden sana gelemezdim. Ne hissettiğimi, neler düşündüğümü sana nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama korkuyorum, içimde var olan senden korkuyorum. Kendini hep bomboş hisseden birinin başka birinde yeni anlamlar bulması beni korkutuyor, sen kendinle beraber ruhuma yepyeni anlamlar taşıdın. Seni tuzun ekmeği sevdiği kadar sevmek, ruhuna sinmek, sana karışmak istiyorum ama bu yine de korktuğum gerçeğini değiştirmez ki..." dedim.

"Bir adım atmamanın sebebi bu korkun mu, seni yok edeceğimden mi korkuyorsun? Eğer öyleyse yanılıyorsun Asel ben bunu sana yapmam ki..." dedi.

"Bunu sen bilerek yapmıyorsun zaten, gözlerine bakmak bile... Bir insanı bakışlarınla sevmek daha güzel ve ben sadece sana bakmaya bile razıydım ama buna rağmen beklediğim kişinin sen olduğunu da biliyorum ve sırf bu yüzden bile bütün korkularımı bir yol üstünde bırakıp sana sımsıkı tutunmaya hazırım, ellerimi sakın bırakma Ekin yoksa ikimiz de kayboluruz."


Biz birbirimizle geçirdiğimiz son günlere adeta yılları sığdırdık, geçmiş ve gelecek olan bütün yılları... Ben Sehun'un elini tuttum, o ise gözlerime bakti, işte hepsi bu kadar. Konuşmadık çok fazla, öpüşmedik hiç çünkü ellerimiz bile birbirini bulurken ürperiyorduk; ötesini, tenimiz alev alev yanarken ateşimizi söndürecek olan bir damla suyu sevgilinin dudaklarından içmeyi istemiyor muyduk? Elbette istiyorduk ama ben Sehun'a hiçbir zaman dokunamayacağımı göz göze geldiğimiz o ilk andan itibaren biliyordum, hayatımda ilk defa elim birini bulurken titriyordu, ben ona hiç kıyamamıştım ki... Yalnızlığımın ortasında bomboştum ama Sehun boşluklarımı kendi varlığıyla doldurmuştu. Çok sevdim, çok da sevildim ve bu bizim en büyük günahımız oldu.


Okulu bitirdikten sonra Ekin'i bırakamadım ve ailemin bütün karşı çıkmalarına rağmen İzmir'e taşındım.

Resim yapıyordum ve benim en büyük hayalim bir sergi açmakken ben bütün gün evde oturup Ekin ile buluşacağım anı sabırsızlıkla bekliyordum, hayatıma devam edemiyor, önümde bomboş duran tuvale bir nokta bile çizemiyordum.

Bir şeyler rayından çıkmıştı, huzursuzdum sadece. Hayır, hayır huzur aşkın dalında çiçeklenmiyordu, bir sevgi size huzuru verebilirdi belki ama aşk bunu asla başaramazdı.

Ben Ekin de hiçbir zaman huzuru bulamadım, o beni kendimden hep uzaklaştırıyordu, ben yoktum artık. Günlerce gecelerce oturup oradan oraya bir mecnun gibi savrulan bedenimi, düşüncelerimi sorguladım ve bir gün buna daha fazla devam edemeyeceğimi anlayıp gitmeye karar verdim.

Kimsenin hatta Ekin'in bile beni anlamayacağını biliyordum; zaten kim inanırdı ki birini çok sevdiğiniz için onu bıraktığınıza, benim Ekin'i çok sevdiğim için bıraktığıma kim inanırdı ki?

Günlerden pazardı ve hava oldukça sıcaktı. Ekin'i ardımda nasıl bırakabileceğimi hiç bilmesem de sonunda onunla konuşmaya karar vermiştim.

Her gün buluştuğumuz okula yakın olan kafeden çıktıktan sonra kafenin yanındaki parka gidip her zaman oturduğumuz banka oturduk yine. Ekin'e bakamıyordum, bu nedenle düşüncelerimi toparlamak için amaçsızca yere daireler çiziyordum.

Ekin'in bakışları üzerimde oyalanıyordu ama bana bir şey sormak yerine sessizce benim konuşmamı bekliyordu. Başımı kaldırmadan "Gitmem gerekiyor." dedim. Ekin kıkırdayarak "Daha erken biraz daha kal." dedi, canını sıkan şey bu muydu der gibi. Konuşmakta zorluk çekiyordum bu nedenle nefesimi düzene sokup "Bu şehirden gidiyorum." dedim. Ekin yutkunup oldukça sakin bir sesle "Git, nasılsa döneceksin ama değil mi?" dedi.

"Bilmiyorum, herhalde dönmem. Ben kendimi kaybettim Ekin, ben iyi değilim ve günden güne de kötüleşiyorum. Ben daha önce de birilerini sevdim ama bu farklı, aklımı kaçıracağımdan korkuyorum. Bu sevgi değil, bu beni, seni yok ediyor, görmüyor musun? Ben bunu sana, kendime yapamam, gitmeliyim, aşkın haymesinde yaşamak...

Bu herkese göre değil. Ben yok oluyorum ve korkarım seni de yanımda sürüklüyorum. Beni anlıyorsun değil mi?"

Sustu, konuşmadı ta ki ben gitmek için hareketleninceye kadar...

Ekin birden bana sımsıkı sarılıp dudaklarımı dudaklarıyla usulca boğdu. O an hem vuslatı hem de ayrılığı aynı anda yaşayıp vuslatın hicranın umudu; hicranın da vuslatın umudu olduğunu o ayrılık anında anladım.

"Döneceksin, herkes mutlaka bir gün evine döner, sen de döneceksin ve ben o günü bekleyeceğim. Her ayın ilk ve son günü seni burada bekleyeceğim. Unutma ve bir gün duygularını ehlileştirdiğin zaman dön olur mu? Hem bana bir sözün var unuttun mu?" dedi kırgın kırgın...

"Bekleme beni. Hayır Ekin, hayır bunu sakın yapma. O zaman ne kendimi ne de seni affederim." Gözlerimden. dökülen yaşları silip "Hem neymiş o söz, ben neden hatırlamıyorum?" dedim kendimi gülümsemeye zorlayarak.

Ekin söylediklerimi başıyla olumlayıp "Beklemem ama ne söz verdiğini de söylemem, hatırladığında döneceksin söz mü?" dedi. Söylediğim şeye inanmasam da tamam dedim ve Ekin'e son kez sımsıkı sarılıp bileklerinden öptükten sonra oradan ayrıldım.

25 YIL SONRA

"Anne geleceksin değil mi mezuniyetime? Yine işin olduğunu söyleyip sakın beni kandırmaya çalışma, seni bu sefer gerçekten affetmem."

Kızımın ısrar ve sitemlerine dayanamayıp istemeye istemeye de olsa İzmir'e, mezuniyetine gideceğime dair ona söz verdim. Tam 25 yıl önce ayrıldığım şehire, Ekin'in şehrine nasıl gidecektim bilmiyordum. Evet, oraya hiç dönmedim. Ekin'i hiç unutmadım ama gitmeye de hiç cesaret edemedim.

Ona verdiğim sözü hatırlayabilseydim eğer belki giderdim ama ben o sözü hiç hatırlayamadım. Ekin'den uzak durursam her şey düzelecek sandım ama hala onu düşündüğümde yüreğim ellerime dökülüyordu. Ekin benim en büyük sırrımdı, kendime bile fısıldamaktan korktuğum ama şimdi yeniden her yerde onun şarkısı çalıyordu.

Eşim, bana hiçbir zaman durgunluğumu, dalgınlığımı sormamış yüce gönüllü, iyi bir adamdı. Onu trafik kazasında kaybetmiş sonra da eski yalnızlığıma yeniden mahkum olmuştum.

Ekin'den ayrıldığım zamanlarda aşktan kaçmıştım, her şey çift yaratılsa da ben tekliğe sığınmıştım. Aşkı değil aşkı yücelten hicranı seçmiştim. Vuslattan kaçarak aslında sonsuz bir vuslatın kapısını açtığımı düşünüyordum. Ta ki Ekin'i yıllar sonra yeniden görünceye kadar...

Günlerden pazardı ve hava oldukça sıcaktı. Kızımla mezuniyetten sonra yemek yiyip akşama kadar İzmir'i gezmiştik. Akşam dokuzda uçağımız kalkacak ve ben kızımla Antalya'ya yeniden dönecektim ama ben gidemedim, onu göremesem de ona ve bize dair bir şeyleri görmek istiyordum. Bu nedenle kızıma bir hafta sonra döneceğimi söyleyip onu uğurladıktan sonra bir zamanlar Ekin ile hep oturduğumuz banka doğru dalgın dalgın yürümeye başladım.

Ekin'in neler yaptığını, onun da biriyle evlenip evlenmediğini merak ediyordum. Bir zamanlar yürüdüğümüz yerlere o kadar yabancıydım ki; hiç kimse, hiçbir şey dönüşümü umursamamış gibi geliyordu. Tanıdık hiç kimseye rast gelmemiştim, ben bir hiçtim burada.

Eskiden oturduğumuz banka yaklaştıkça yüreğim sızlıyordu, bankı bu saatte boş bulmayı beklesem de boş değildi, benim yaşlarımda (50) biri başını önüne eğmiş yere durmadan daireler çiziyordu. Onu rahatsız etmemek için sessizce yanına oturdum ama o, varlığıma kayıtsız kalamamış olacak ki ağır ağır başını yerden kaldırdı. Gözlerim gözlerine değdiği anda yüreğimden bir feryat koptu. Bunu yapmamış olmasını, yanlış gördüğümü varsaymak istiyordum ama karşımdaki Ekin'di.

Gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum. Ekin çok değişmişti ama bakışları aynıydı; gözleri hala ışıl ışıl parlıyordu. Bir süre yüzümü kayıtsızca inceledikten sonra yeniden önüne döndü.

"Neden? Neden bunu kendine yaptın?" diye sorsam da Ekin başını kaldırıp yüzüme bakmadı; yere daireler çizmeye devam etti ama sonra birden aklına bir şey gelmiş olacak ki başını hızla kaldırıp bakışlarını bana çevirdi ve "Hanımefendi, siz kahve kokusuna düşen gözlerin hikayesini biliyor musunuz?" dedi.

Parıldayan gözlerinde ben yoktum, beni tanıdığına dair en ufak bir işaret bile yoktu, Ekin beni tanımamıştı. Etrafına boş gözlerle bakıp tekrar "Hanımefendi, siz kahve kokusuna düşen gözlerin hikayesini biliyor musunuz?" dedi ve mahcup bir şekilde gülümseyip tekrar önüne döndü. Bir an gözlerim Ekin'in arkasında sakladığı ellerine takılınca daha fazla dayanamadım ve hızla Ekin'in yanından kalkıp oradan uzaklaştım. Anıl'ın da yıllar önce bana söylediği gibi Ekin'in elleri kirli değildi ama o hala ellerini arkasında saklıyordu. Anıl ile aramızda geçen konuşma davetsizce zihnime konuk olunca kendimi tutamayıp bir sokak lambası altında yere çökerek hıçkırarak ağladım.

"Neden ellerini sevmiyor?"

"Annesinin evi terk ettiği gün Ekin ile evlerinin bahçesinde toprağı eşeleyip atmacam için solucan çıkarıyorduk. Yağmur çiseliyordu ve üstümüz başımız batmıştı. Ellerimiz, tırnaklarımızın arası ise çamurdan görünmüyordu, biz sadece eğleniyorduk. Yağmur şiddetini arttırınca Ekin annesinin kızmasından korkarak birden ayağa kalkıp içeri girmemiz gerektiğini söyledi.

Ekin'in annesi sert bir kadındı ve hemen hemen her şey için Ekin'e kızardı. Bu nedenle ona hak verip kirli ellerimizi bir yere değdirmemeye çalışarak içeri girdiğimizde kapıda bizi bavullarıyla annesi karşıladı.

Babasının eli gitmesini engellemek için annesinin kolunu kavramıştı ama o hiç de duracak gibi değildi. Bizi görünce çatık kaşlarını daha da çatıp "Tanrım, işte gitmem için bir sebep daha." dedi.

Ekin bu cümleyle birlikte hemen ellerini arkasına saklasa da annesi hırsını alamamış olacak ki Ekin'in kolunu sert bir şekilde kavrayıp "Lanet olsun, neden sen de diğer arkadaşların gibi evde oturup oyuncaklarınla oynamıyorsun, neden bu kadar pasaklı ve kirlisin?" diye bağırdı.

İkimiz de donup kalmıştık, babası her ne kadar onu susturmaya çalışsa da o durmadı. "Ellerini neden saklıyorsun, sakladığın zaman kirlerin kaybolup temizlendiğini mi sanıyorsun? Her şey senin suçun her şey..." diye bağırıp bir hışımla evden çıkıp gitti.

O kadar soğuk konuşuyordu ki, o kadar acımasızdı ki Ekin ağlamasa da ben korkudan oturup ağladım. Babası bir yandan beni sakinleştirmeye çalışıp diğer yandan da Ekin'e annesinin iyi olmadığını, sözlerini umursamamasını söylüyordu ama Ekin o gün söylenen sözlerin ağırlığı altında yıllarca ezildi.

Çok mu çirkindi elleri, çok mu kirliydi? Hayır ama o ellerini hiç sevmedi ve sanırım hiçbir zaman da sevmeyecek...

'Ellerim neden kirli, nasıl temizlenecek elimdeki bu kir?' diyerek ağladığı günler geride kalsa da Ekin hala ellerinin kirli olduğunu düşünüyor. Ona her ne kadar huysuzluğundan dolayı kızıp dursak da ellerinin kirlenmemesi için, onun kendini kötü hissetmemesi için çevresini hep temiz tutmaya çalışıyoruz, daha bu sabah hızla yanımızdan geçen bir arabanın sıçrattığı çamurlu suyun ona gelmemesi için kendimi ona siper ettim.

Onun yanındayken insan kendini pek düşünemiyor biliyor musun? Onu herkesten, her şeyden korumak istiyoruz ama onu kendisinden koruyamıyoruz ki...

Şimdi karşıma geçmiş ona yardım edeceğini söylüyorsun, bunu yapabileceğini söylüyorsun ve ben buna pek ihtimal vermesem de inanmak istiyorum, sana inanmak istiyorum Asel."

Ekin sahip olduğum karanlık gökyüzünü mavi gören ilk kişiydi, kara bulutların cirit attığı o semada yağmurlarımda ıslanıp üşüyeceğini, canının acıyacağını bilmeden çaresizce bana sığınmak, o da Anıl gibi sadece bana inanmak istemişti.

Ekin, yüreğinde masmavi bir gökyüzü taşıyan adam, sadece beni sevmişti ve kalbini de geçmişini de bir çaputa bağlayıp gözlerinin rengine bağlamıştı.

Ne çok sevmiştim onu, ne çok sevmiştim gözlerini ama yine de ben onun aşkının avuntusu olamamıştım. Onu yıllar önce unuttuğum bu bankta bütün inanmışlığıyla tekrar bulmuştum. Kaç nefes kıyamadığım saçlarını okşamış, kaç ilaç kutusu çöpe atılmış, kaç kitap kitaplığında tozlanmaya bırakılmıştı. Kaç tartışmanın ortasında bütün yalnızlığıyla beni umutsuzca savunmuştu, kaç alaycı söz yüreğini incitmişti bilmiyordum ama onun bana çok inandığını biliyordum.

Bir hafta sonra Antalya'ya dönüp hayatıma kaldığım yerden devam etmek üzerine kurulu olan bütün planlarım onu görmemle yerle bir olmuştu. Ekin yıllar önce bana her ayın ilk ve son günü beni bekleyeceğini söylese de ben onu her gün bir zamanlar kulaklarına utangaç bir aşkı fısıldadığım bankta beni beklerken buluyordum.

Anıl sabahları onu oraya bırakıp akşamları da yerinden zar zor kaldırarak gelip onu götürüyordu. Evet, Anıl hala Ekin'in yanındaydı. Günlerce haftalarca Ekin'i uzaktan izleyip durdum sadece.

Bazı günler yanından geçerken onu parmakla gösterip alaycı bir şekilde ona gülenlere öfkeyle baksam da ben Ekin'in yeniden karşısına çıkmamakta oldukça kararlıydım. Ta ki bir gün bir kadın Ekin'in yanına oturup onun "Hanımefendi, siz kahve kokusuna düşen gözlerin hikayesini biliyor musunuz?" sorusuna gevrek gevrek gülüp evet yanıtını verinceye kadar...

Yerimden nasıl kalktığımı kadına nasıl vurduğumu dahi hatırlamıyorum, o an için hatırladığım tek şey Ekin'in bana korkuyla bakan gözleriydi. Kadını onun yanından kovup endişeyle ondan af diledim ama Ekin beni görmüyor ve duymuyordu; işte o zaman anladım ki Ekin aslında beni beklemiyordu.

Ben Ekin'in içinde büyüttüğü aşkın yanına bile varamazdım, Ekin'in saf, katıksız aşkında benim kirlenmiş suretimin yeri yoktu.

Yıllar önce onu bırakıp giderken çok yüce bir şey yaptığıma inanıp hayata ve onun bana sunduğu bütün arzulara sırtımı dönerek Hz. Yusuf gibi gömleğimin hep arkadan yırtıldığını sanıyordum ama yanılıyordum benim gömleğim arkadan yırtılmamıştı. Benim gömleğim hep önden yırtılırken Ekin'in gömleğinin arkası paramparçaydı.

Doğu menkıbelerinin, masallarının birçoğunu bilen babaannemin anlattığına göre güzelliğiyle yürekleri kamaştıran Hz. Yusuf, Züleyha onu bir odaya kilitleyip sahip olması için ona kendini sunarken o bütün arzu ve isteklerine rağmen ona arkasını dönüp gitmek istemişti ama Züleyha onun gitmesine izin vermeyip reddedilmenin yarattığı öfkeyle tuttuğu gömleğini arkadan yırtmıştı.

Ardına saklanan gizleri ortaya dökmek için o kapı aniden açıldığında ise Züleyha, Hz. Yusuf'u suçlayıp onun kendisine saldırdığını söyleyerek kendisini aklamaya çalışmıştı. Hz. Yusuf ihanetle suçlanınca orada bulunan görmüş geçirmiş bilge bir kişi öne çıkıp Hz. Yusuf'un gömleğine bakılması gerektiğini, eğer gömlek önden yırtılmışsa Züleyha'nın haklı olduğunu çünkü kendini savunmak için gömleği önden yırtacağını ama eğer Yusuf'un gömleği arkadan yırtılmışsa bu durumda Züleyha'nın ona saldırdığını Yusuf'un suçsuz olduğunu söylemiştir ama gömleğin arkadan yırtıldığı görülse de her halükarda yine Hz. Yusuf zindana atılmıştır.

İnsanın gömleğinin nereden yırtıldığı önemliydi, ben hayata sırtımı döndüğümü sanırken aslında ona bilinçsizce saldırıp gömleğimin önden yırtılmasına sebep olmuştum.

Ekin ise her şeye sırtını dönüp bütün aşağılanmalara, hayatın ona saldırıp gömleğini arkadan paramparça etmesine rağmen hiçbir şeye, hiç kimseye dönüp bakmamıştı.

Bir süre Ekin'in yanında oturduktan sonra saate bakıp Anıl'ın gelme vaktinin yaklaştığını görünce onun yanından istemeye istemeye de olsa ayrıldım ve o günden sonra her gün Ekin'in yanına oturup babaannemin bir zamanlar bana anlattığı bütün masalların sonlarını değiştirerek ona tek tek anlattım ama Ekin'in duymak istediği masal başkaydı.


"Hiç gitmemiş olmayı, seni hiç üzmemiş olmayı o kadar çok isterdim ki... Öyle bir masal yok Ekin, ben o masalı hiç var edemedim." dediğimde Ekin gözlerime öfkeyle baktı, onunla günlerce konuşmama rağmen yüzüme dahi bakmayan Ekin ilk defa beni anladığını belli ediyordu.

Ben Ekin'in aklının örtüldüğüne hiç mi hiç inanmamıştım zaten, onun gözleri deliliğin yırtıcılığını taşımıyordu ki... Heyecan ve mutlulukla Ekin'in bana verdiği umuda sarılıp arkasında sakladığı ellerine uzanıp güçlükle avuçlarını açıp öptüm ama o hırsla ellerini ellerimden kurtarıp tırnaklarını avuçlarına bastırarak yanımdan koşarak uzaklaştı. Her şeyin anlamsızlığıyla öylece arkasından baktım sadece.

Ekin bir hafta boyunca hiç gelmedi. Sonra bir pazar sabahı onu her gün beklediğim yere Anıl ile değil tek başına geldi.

Yanıma otururken yüzüme hiç bakmadı ama bir süre sonra yine parlayan gözlerini gözlerime dikip bana yine aynı soruyu sordu;

"Hanımefendi, siz kahve kokusuna düşen gözlerin hikayesini biliyor musunuz?"

Artık bu soruya kayıtsız kalamıyordum bu nedenle bilmesem de "Biliyorum." dedim. Ekin şaşkınlıkla gözünü kırpmadan öylece yüzüme bakıyordu.

"Bir zamanlar elinde kahve bardağı hiç eksik olmayan birini tanıdım, çok güzel gözleri ve çok güzel elleri vardı. Elleri o kadar güzeldi ki kimsenin görmemesi için onları hep arkasına saklardı ama buna rağmen avuçlarındaki kahve kokusu onun hep sobelenmesine sebep olurdu. Ben en çok onun ellerini sevmiştim; narin, yumuşak ellerini..." deyip yavaşça arkasında sakladığı ellerine uzanıp zorla açtığım avuçlarını usul usul öptüm. Ekin yine tırnaklarını avuçlarına bastırdı ve dolu gözleriyle bana bakıp yine koşarak yanımdan uzaklaştı. Ekin'in ertesi gün gelmeyeceğini düşünsem de yine de gidip o bankta oturdum ve onu bekledim. Kendime bir ev tutmuş, kendimce buradaki hayatımı bir düzene oturtmuştum bu nedenle kızımın bütün ısrarlarına rağmen ona Antalya'ya bir daha hiç dönmeyeceğimi kesin bir dille söylemiştim. Ben artık Ekin'i bırakamazdım.

Ekin'in gelmeyeceğini düşünsem de o ertesi sabah geldi ve bana yine aynı soruyu sordu ama bu defa soruyu sorarken bakışlarını yerden hiç kaldırmadı. "Ben en çok onun gözlerini sevmiştim, gözleri hüzünlü ruhuna açılan en güzel ve en renkli pencereydi, ben onu usul usul gözlerinden tanıyıp sevmiştim." deyince başını kaldırıp bana kaşlarını çattı ama ben ona gülümseyip devam ettim.

"Ben onu yalnızca bir kez öptüm ama dudakları da avuçları gibi kahve kokusuna bulanmıştı ve ben o gün en çok acı kahve kokan dudaklarını sevdim. Buna rağmen ben yine de o gün en sevdiğim kokuyu ardımda bırakıp gittim. Gözlerim geceler boyu ardımda bıraktığım sevgiliye ağlasa da ben en çok onun akıttığı gözyaşlarını yüreğimde hissettim.

Uzun zaman geçti ve ben şimdi özlem duyduğum o kokuyu onun gözlerine bakarken bile duyumsuyorum ama buna rağmen ona dokunamıyor, özlemimi dindirecek kokusuna sarılamıyorum. Beni hatırlıyor musun Ekin, avuçlarını öptüğünde bileklerini de uzattığın kadını, seni hiç beklemediğin yerinden yaralayan kadını hatırlıyor musun?" deyip ellerine uzandım ama o bu defa bana hiç zorluk çıkarmadan avuçlarını öpmemi izledi ve ben tam geri çekilecekken Ekin beklemediğim bir şey yapıp bileğini de öpmem için kazağını yukarı doğru sıyırdı.

Gözyaşlarım elindeki kahve kokusuna karışmasın diye kendimi çok tuttum ama başaramadım. Bileğini de öpünce Ekin sıcacık bir gülümsemeyle, daha önce gözlerinde görmediğim bir anlamla bana bakıp yanımdan koşarak uzaklaştı. Ben yine gelir sandım, daha önce de geldiği gibi bana yeniden döner sandım ama bir yıldır Ekin'i bir zamanlar onu unuttuğum yerde beklememe rağmen o dönmedi. Yine de Ekin'in bir zamanlar bana dediği gibi bir gün herkesin evine döneceğine inanmak istiyorum. Ekin'in evine, bana yeniden döneceğine umutsuzca inanmak istiyorum.


Ekin'i aradım hem de çok aradım ama o sanki hiç var olmamışçasına yok olup gitmişti. Yaptığım araştırmalar sonucunda Ekin'in hiç evlenmediğini ve Anıl'ın da ona bakmak için evliliğe hiç yanaşmadığını öğrenmiştim, o eşinin Ekin'e kötü davranma ihtimalinden yola çıkarak ona yakınlık gösteren bütün kadınları reddetmişti.

Anıl, düşündüğümden çok daha yüce bir adamdı. Uzun uğraşlar sonucunda bulduğum evlerine doğru ilerlerken heyecan sardı dört bir yanımı, bahçeyi adım adım geçerken geçmiş zaman davetsizce doldu zihnime.

Kaçmasaydım eğer bu ev ikimizin olabilirdi diye düşündüm. Su an sıcacık bir yatağı paylaşıyor olabilirdik. Başımı dizine yaslayıp ellerini sımsıkı tutabilir, dudaklarım pervasızca dudaklarını, boynunu bulup yüzyıllara kazınmış özlemimi dindirebilirdim.

Evin kapısı açıktı ve her şey yerli yerindeydi. Çekinerek girdiğim evin kokusu ise çok tanıdıktı, onu yeniden göreceğimden oldukça emindim ama her odaya bakmama rağmen Ekin yoktu, Ekin kokusunu ardında bırakıp gitmişti.

Dolaplarda kıyafetleri öylece duruyordu, yanlarına hiçbir şey almadan gitmişlerdi. Evden ayrılmadan önce son olarak mutfağa da bakmak istediğim için kapıya ağır ağır yaklaşıp birden kapıyı açınca yüzüme ağır koku vurdu ki bunun sebebi masada kahvaltı için hazırlanan yiyeceklerin bozulup kurtlanmış olmasıydı ama bardaklar, çatallar hiç dokunulmamıştı, sanki birazdan döneceklermiş gibi her şey yerli yerindeydi.

Bu manzara beni rahatsız etse de düşünmek istemedim, varacağım sonuçtan korktuğum için gidişlerine bir anlam yüklemeye kalkmadım ve bir zaman sonra kendimi bilinçsizce Ekin'in kokusunun sinmiş olduğu bu evde yaşarken buldum.

Bir buçuk yıldır arkalarında bıraktıkları bu ruhsuz evde yaşamama rağmen kimse gelip gitmedi. Zaman zaman bu evin zihnimle, anılarımla oynadığını hissetsem de yine de ondan gidemiyor, gitmek istemiyordum.

Ekin olmasa da onu görmesem de iliklerime kadar onu ve kokusunu burada hissedebiliyordum. Üzerimde Ekin'in eskimeye yüz tutmuş kıyafetleri, elimde doğum gününde ona aldığım adının yazdığı kahve bardağıyla koltuğa -onun oturduğunu varsaydığım tarafa- oturup bir zamanlar öykü yazdığı kırmızı defterine her gün onu yazıyordum. Tek dostum, konuşabildiğim tek sırdaşım artık bu defterdi ki artık defterin de son yaprağına gelmiştim.

"İhtiyarlıyorum, hafızam eskisi gibi güçlü değil bu yüzden korkuyorum. Onu ben de unutursam, tamamen yok olup gidecek.

Ona bunu yapamam, ona en azından bunu borçluyum. Eğer bir kişi bile okursa yazdıklarımı ve o bir kişi, kahve kokusuna düşen gözlerin hikayesini biliyorsa vakit kaybetmeden anlatsın, anlatsın ki önümü kapatan bu uçsuz bucaksız karanlık aydınlanıp her yer Ekin gibi acı kahve koksun."

25 yıl sonra

"Anne geleceksin değil mi mezuniyetime? Yine işin olduğunu söyleyip sakın beni kandırmaya çalışma, seni bu sefer gerçekten affetmem."

Kızımın ısrar ve sitemlerine dayanamayıp istemeye istemeye de olsa İzmir'e, mezuniyetine gideceğime dair ona söz verdim. Tam 25 yıl önce ayrıldığım şehire, Ekin'in şehrine nasıl gidecektim bilmiyordum. Evet, oraya hiç dönmedim. Ekin'i hiç unutmadım ama gitmeye de hiç cesaret edemedim.

Ona verdiğim sözü hatırlayabilseydim eğer belki giderdim ama ben o sözü hiç hatırlayamadım. Ekin'den uzak durursam her şey düzelecek sandım ama hala onu düşündüğümde yüreğim ellerime dökülüyordu. Ekin benim en büyük sırrımdı, kendime bile fısıldamaktan korktuğum ama şimdi yeniden her yerde onun şarkısı çalıyordu.

Eşim, bana hiçbir zaman durgunluğumu, dalgınlığımı sormamış yüce gönüllü, iyi bir adamdı. Onu trafik kazasında kaybetmiş sonra da eski yalnızlığıma yeniden mahkum olmuştum.

Ekin'den ayrıldığım zamanlarda aşktan kaçmıştım, her şey çift yaratılsa da ben tekliğe sığınmıştım. Aşkı değil aşkı yücelten hicranı seçmiştim. Vuslattan kaçarak aslında sonsuz bir vuslatın kapısını açtığımı düşünüyordum. Ta ki Ekin'i yıllar sonra yeniden görünceye kadar...

Günlerden pazardı ve hava oldukça sıcaktı. Kızımla mezuniyetten sonra yemek yiyip akşama kadar İzmir'i gezmiştik. Akşam dokuzda uçağımız kalkacak ve ben kızımla Antalya'ya yeniden dönecektim ama ben gidemedim, onu göremesem de ona ve bize dair bir şeyleri görmek istiyordum. Bu nedenle kızıma bir hafta sonra döneceğimi söyleyip onu uğurladıktan sonra bir zamanlar Ekin ile hep oturduğumuz banka doğru dalgın dalgın yürümeye başladım.

Ekin'in neler yaptığını, onun da biriyle evlenip evlenmediğini merak ediyordum. Bir zamanlar yürüdüğümüz yerlere o kadar yabancıydım ki; hiç kimse, hiçbir şey dönüşümü umursamamış gibi geliyordu. Tanıdık hiç kimseye rast gelmemiştim, ben bir hiçtim burada.

Eskiden oturduğumuz banka yaklaştıkça yüreğim sızlıyordu, bankı bu saatte boş bulmayı beklesem de boş değildi, benim yaşlarımda (50) biri başını önüne eğmiş yere durmadan daireler çiziyordu. Onu rahatsız etmemek için sessizce yanına oturdum ama o, varlığıma kayıtsız kalamamış olacak ki ağır ağır başını yerden kaldırdı. Gözlerim gözlerine değdiği anda yüreğimden bir feryat koptu. Bunu yapmamış olmasını, yanlış gördüğümü varsaymak istiyordum ama karşımdaki Ekin'di.

Gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum. Ekin çok değişmişti ama bakışları aynıydı; gözleri hala ışıl ışıl parlıyordu. Bir süre yüzümü kayıtsızca inceledikten sonra yeniden önüne döndü.

"Neden? Neden bunu kendine yaptın?" diye sorsam da Ekin başını kaldırıp yüzüme bakmadı; yere daireler çizmeye devam etti ama sonra birden aklına bir şey gelmiş olacak ki başını hızla kaldırıp bakışlarını bana çevirdi ve "Hanımefendi, siz kahve kokusuna düşen gözlerin hikayesini biliyor musunuz?" dedi.

Parıldayan gözlerinde ben yoktum, beni tanıdığına dair en ufak bir işaret bile yoktu, Ekin beni tanımamıştı. Etrafına boş gözlerle bakıp tekrar "Hanımefendi, siz kahve kokusuna düşen gözlerin hikayesini biliyor musunuz?" dedi ve mahcup bir şekilde gülümseyip tekrar önüne döndü. Bir an gözlerim Ekin'in arkasında sakladığı ellerine takılınca daha fazla dayanamadım ve hızla Ekin'in yanından kalkıp oradan uzaklaştım. Anıl'ın da yıllar önce bana söylediği gibi Ekin'in elleri kirli değildi ama o hala ellerini arkasında saklıyordu. Anıl ile aramızda geçen konuşma davetsizce zihnime konuk olunca kendimi tutamayıp bir sokak lambası altında yere çökerek hıçkırarak ağladım.

"Neden ellerini sevmiyor?"

"Annesinin evi terk ettiği gün Ekin ile evlerinin bahçesinde toprağı eşeleyip atmacam için solucan çıkarıyorduk. Yağmur çiseliyordu ve üstümüz başımız batmıştı. Ellerimiz, tırnaklarımızın arası ise çamurdan görünmüyordu, biz sadece eğleniyorduk. Yağmur şiddetini arttırınca Ekin annesinin kızmasından korkarak birden ayağa kalkıp içeri girmemiz gerektiğini söyledi.

Ekin'in annesi sert bir kadındı ve hemen hemen her şey için Ekin'e kızardı. Bu nedenle ona hak verip kirli ellerimizi bir yere değdirmemeye çalışarak içeri girdiğimizde kapıda bizi bavullarıyla annesi karşıladı.

Babasının eli gitmesini engellemek için annesinin kolunu kavramıştı ama o hiç de duracak gibi değildi. Bizi görünce çatık kaşlarını daha da çatıp "Tanrım, işte gitmem için bir sebep daha." dedi.

Ekin bu cümleyle birlikte hemen ellerini arkasına saklasa da annesi hırsını alamamış olacak ki Ekin'in kolunu sert bir şekilde kavrayıp "Lanet olsun, neden sen de diğer arkadaşların gibi evde oturup oyuncaklarınla oynamıyorsun, neden bu kadar pasaklı ve kirlisin?" diye bağırdı.

İkimiz de donup kalmıştık, babası her ne kadar onu susturmaya çalışsa da o durmadı. "Ellerini neden saklıyorsun, sakladığın zaman kirlerin kaybolup temizlendiğini mi sanıyorsun? Her şey senin suçun her şey..." diye bağırıp bir hışımla evden çıkıp gitti.

O kadar soğuk konuşuyordu ki, o kadar acımasızdı ki Ekin ağlamasa da ben korkudan oturup ağladım. Babası bir yandan beni sakinleştirmeye çalışıp diğer yandan da Ekin'e annesinin iyi olmadığını, sözlerini umursamamasını söylüyordu ama Ekin o gün söylenen sözlerin ağırlığı altında yıllarca ezildi.

Çok mu çirkindi elleri, çok mu kirliydi? Hayır ama o ellerini hiç sevmedi ve sanırım hiçbir zaman da sevmeyecek...

'Ellerim neden kirli, nasıl temizlenecek elimdeki bu kir?' diyerek ağladığı günler geride kalsa da Ekin hala ellerinin kirli olduğunu düşünüyor. Ona her ne kadar huysuzluğundan dolayı kızıp dursak da ellerinin kirlenmemesi için, onun kendini kötü hissetmemesi için çevresini hep temiz tutmaya çalışıyoruz, daha bu sabah hızla yanımızdan geçen bir arabanın sıçrattığı çamurlu suyun ona gelmemesi için kendimi ona siper ettim.

Onun yanındayken insan kendini pek düşünemiyor biliyor musun? Onu herkesten, her şeyden korumak istiyoruz ama onu kendisinden koruyamıyoruz ki...

Şimdi karşıma geçmiş ona yardım edeceğini söylüyorsun, bunu yapabileceğini söylüyorsun ve ben buna pek ihtimal vermesem de inanmak istiyorum, sana inanmak istiyorum Asel."

Ekin sahip olduğum karanlık gökyüzünü mavi gören ilk kişiydi, kara bulutların cirit attığı o semada yağmurlarımda ıslanıp üşüyeceğini, canının acıyacağını bilmeden çaresizce bana sığınmak, o da Anıl gibi sadece bana inanmak istemişti.

Ekin, yüreğinde masmavi bir gökyüzü taşıyan adam, sadece beni sevmişti ve kalbini de geçmişini de bir çaputa bağlayıp gözlerinin rengine bağlamıştı.

Ne çok sevmiştim onu, ne çok sevmiştim gözlerini ama yine de ben onun aşkının avuntusu olamamıştım. Onu yıllar önce unuttuğum bu bankta bütün inanmışlığıyla tekrar bulmuştum. Kaç nefes kıyamadığım saçlarını okşamış, kaç ilaç kutusu çöpe atılmış, kaç kitap kitaplığında tozlanmaya bırakılmıştı. Kaç tartışmanın ortasında bütün yalnızlığıyla beni umutsuzca savunmuştu, kaç alaycı söz yüreğini incitmişti bilmiyordum ama onun bana çok inandığını biliyordum.

Bir hafta sonra Antalya'ya dönüp hayatıma kaldığım yerden devam etmek üzerine kurulu olan bütün planlarım onu görmemle yerle bir olmuştu. Ekin yıllar önce bana her ayın ilk ve son günü beni bekleyeceğini söylese de ben onu her gün bir zamanlar kulaklarına utangaç bir aşkı fısıldadığım bankta beni beklerken buluyordum.

Anıl sabahları onu oraya bırakıp akşamları da yerinden zar zor kaldırarak gelip onu götürüyordu. Evet, Anıl hala Ekin'in yanındaydı. Günlerce haftalarca Ekin'i uzaktan izleyip durdum sadece.

Bazı günler yanından geçerken onu parmakla gösterip alaycı bir şekilde ona gülenlere öfkeyle baksam da ben Ekin'in yeniden karşısına çıkmamakta oldukça kararlıydım. Ta ki bir gün bir kadın Ekin'in yanına oturup onun "Hanımefendi, siz kahve kokusuna düşen gözlerin hikayesini biliyor musunuz?" sorusuna gevrek gevrek gülüp evet yanıtını verinceye kadar...

Yerimden nasıl kalktığımı kadına nasıl vurduğumu dahi hatırlamıyorum, o an için hatırladığım tek şey Ekin'in bana korkuyla bakan gözleriydi. Kadını onun yanından kovup endişeyle ondan af diledim ama Ekin beni görmüyor ve duymuyordu; işte o zaman anladım ki Ekin aslında beni beklemiyordu.

Ben Ekin'in içinde büyüttüğü aşkın yanına bile varamazdım, Ekin'in saf, katıksız aşkında benim kirlenmiş suretimin yeri yoktu.

Yıllar önce onu bırakıp giderken çok yüce bir şey yaptığıma inanıp hayata ve onun bana sunduğu bütün arzulara sırtımı dönerek Hz. Yusuf gibi gömleğimin hep arkadan yırtıldığını sanıyordum ama yanılıyordum benim gömleğim arkadan yırtılmamıştı. Benim gömleğim hep önden yırtılırken Ekin'in gömleğinin arkası paramparçaydı.

Doğu menkıbelerinin, masallarının birçoğunu bilen babaannemin anlattığına göre güzelliğiyle yürekleri kamaştıran Hz. Yusuf, Züleyha onu bir odaya kilitleyip sahip olması için ona kendini sunarken o bütün arzu ve isteklerine rağmen ona arkasını dönüp gitmek istemişti ama Züleyha onun gitmesine izin vermeyip reddedilmenin yarattığı öfkeyle tuttuğu gömleğini arkadan yırtmıştı.

Ardına saklanan gizleri ortaya dökmek için o kapı aniden açıldığında ise Züleyha, Hz. Yusuf'u suçlayıp onun kendisine saldırdığını söyleyerek kendisini aklamaya çalışmıştı. Hz. Yusuf ihanetle suçlanınca orada bulunan görmüş geçirmiş bilge bir kişi öne çıkıp Hz. Yusuf'un gömleğine bakılması gerektiğini, eğer gömlek önden yırtılmışsa Züleyha'nın haklı olduğunu çünkü kendini savunmak için gömleği önden yırtacağını ama eğer Yusuf'un gömleği arkadan yırtılmışsa bu durumda Züleyha'nın ona saldırdığını Yusuf'un suçsuz olduğunu söylemiştir ama gömleğin arkadan yırtıldığı görülse de her halükarda yine Hz. Yusuf zindana atılmıştır.

İnsanın gömleğinin nereden yırtıldığı önemliydi, ben hayata sırtımı döndüğümü sanırken aslında ona bilinçsizce saldırıp gömleğimin önden yırtılmasına sebep olmuştum.

Ekin ise her şeye sırtını dönüp bütün aşağılanmalara, hayatın ona saldırıp gömleğini arkadan paramparça etmesine rağmen hiçbir şeye, hiç kimseye dönüp bakmamıştı.

Bir süre Ekin'in yanında oturduktan sonra saate bakıp Anıl'ın gelme vaktinin yaklaştığını görünce onun yanından istemeye istemeye de olsa ayrıldım ve o günden sonra her gün Ekin'in yanına oturup babaannemin bir zamanlar bana anlattığı bütün masalların sonlarını değiştirerek ona tek tek anlattım ama Ekin'in duymak istediği masal başkaydı.


"Hiç gitmemiş olmayı, seni hiç üzmemiş olmayı o kadar çok isterdim ki... Öyle bir masal yok Ekin, ben o masalı hiç var edemedim." dediğimde Ekin gözlerime öfkeyle baktı, onunla günlerce konuşmama rağmen yüzüme dahi bakmayan Ekin ilk defa beni anladığını belli ediyordu.

Ben Ekin'in aklının örtüldüğüne hiç mi hiç inanmamıştım zaten, onun gözleri deliliğin yırtıcılığını taşımıyordu ki... Heyecan ve mutlulukla Ekin'in bana verdiği umuda sarılıp arkasında sakladığı ellerine uzanıp güçlükle avuçlarını açıp öptüm ama o hırsla ellerini ellerimden kurtarıp tırnaklarını avuçlarına bastırarak yanımdan koşarak uzaklaştı. Her şeyin anlamsızlığıyla öylece arkasından baktım sadece.

Ekin bir hafta boyunca hiç gelmedi. Sonra bir pazar sabahı onu her gün beklediğim yere Anıl ile değil tek başına geldi.

Yanıma otururken yüzüme hiç bakmadı ama bir süre sonra yine parlayan gözlerini gözlerime dikip bana yine aynı soruyu sordu;

"Hanımefendi, siz kahve kokusuna düşen gözlerin hikayesini biliyor musunuz?"

Artık bu soruya kayıtsız kalamıyordum bu nedenle bilmesem de "Biliyorum." dedim. Ekin şaşkınlıkla gözünü kırpmadan öylece yüzüme bakıyordu.

"Bir zamanlar elinde kahve bardağı hiç eksik olmayan birini tanıdım, çok güzel gözleri ve çok güzel elleri vardı. Elleri o kadar güzeldi ki kimsenin görmemesi için onları hep arkasına saklardı ama buna rağmen avuçlarındaki kahve kokusu onun hep sobelenmesine sebep olurdu. Ben en çok onun ellerini sevmiştim; narin, yumuşak ellerini..." deyip yavaşça arkasında sakladığı ellerine uzanıp zorla açtığım avuçlarını usul usul öptüm. Ekin yine tırnaklarını avuçlarına bastırdı ve dolu gözleriyle bana bakıp yine koşarak yanımdan uzaklaştı. Ekin'in ertesi gün gelmeyeceğini düşünsem de yine de gidip o bankta oturdum ve onu bekledim. Kendime bir ev tutmuş, kendimce buradaki hayatımı bir düzene oturtmuştum bu nedenle kızımın bütün ısrarlarına rağmen ona Antalya'ya bir daha hiç dönmeyeceğimi kesin bir dille söylemiştim. Ben artık Ekin'i bırakamazdım.

Ekin'in gelmeyeceğini düşünsem de o ertesi sabah geldi ve bana yine aynı soruyu sordu ama bu defa soruyu sorarken bakışlarını yerden hiç kaldırmadı. "Ben en çok onun gözlerini sevmiştim, gözleri hüzünlü ruhuna açılan en güzel ve en renkli pencereydi, ben onu usul usul gözlerinden tanıyıp sevmiştim." deyince başını kaldırıp bana kaşlarını çattı ama ben ona gülümseyip devam ettim.

"Ben onu yalnızca bir kez öptüm ama dudakları da avuçları gibi kahve kokusuna bulanmıştı ve ben o gün en çok acı kahve kokan dudaklarını sevdim. Buna rağmen ben yine de o gün en sevdiğim kokuyu ardımda bırakıp gittim. Gözlerim geceler boyu ardımda bıraktığım sevgiliye ağlasa da ben en çok onun akıttığı gözyaşlarını yüreğimde hissettim.

Uzun zaman geçti ve ben şimdi özlem duyduğum o kokuyu onun gözlerine bakarken bile duyumsuyorum ama buna rağmen ona dokunamıyor, özlemimi dindirecek kokusuna sarılamıyorum. Beni hatırlıyor musun Ekin, avuçlarını öptüğünde bileklerini de uzattığın kadını, seni hiç beklemediğin yerinden yaralayan kadını hatırlıyor musun?" deyip ellerine uzandım ama o bu defa bana hiç zorluk çıkarmadan avuçlarını öpmemi izledi ve ben tam geri çekilecekken Ekin beklemediğim bir şey yapıp bileğini de öpmem için kazağını yukarı doğru sıyırdı.

Gözyaşlarım elindeki kahve kokusuna karışmasın diye kendimi çok tuttum ama başaramadım. Bileğini de öpünce Ekin sıcacık bir gülümsemeyle, daha önce gözlerinde görmediğim bir anlamla bana bakıp yanımdan koşarak uzaklaştı. Ben yine gelir sandım, daha önce de geldiği gibi bana yeniden döner sandım ama bir yıldır Ekin'i bir zamanlar onu unuttuğum yerde beklememe rağmen o dönmedi. Yine de Ekin'in bir zamanlar bana dediği gibi bir gün herkesin evine döneceğine inanmak istiyorum. Ekin'in evine, bana yeniden döneceğine umutsuzca inanmak istiyorum.


Ekin'i aradım hem de çok aradım ama o sanki hiç var olmamışçasına yok olup gitmişti. Yaptığım araştırmalar sonucunda Ekin'in hiç evlenmediğini ve Anıl'ın da ona bakmak için evliliğe hiç yanaşmadığını öğrenmiştim, o eşinin Ekin'e kötü davranma ihtimalinden yola çıkarak ona yakınlık gösteren bütün kadınları reddetmişti.

Anıl, düşündüğümden çok daha yüce bir adamdı. Uzun uğraşlar sonucunda bulduğum evlerine doğru ilerlerken heyecan sardı dört bir yanımı, bahçeyi adım adım geçerken geçmiş zaman davetsizce doldu zihnime.

Kaçmasaydım eğer bu ev ikimizin olabilirdi diye düşündüm. Su an sıcacık bir yatağı paylaşıyor olabilirdik. Başımı dizine yaslayıp ellerini sımsıkı tutabilir, dudaklarım pervasızca dudaklarını, boynunu bulup yüzyıllara kazınmış özlemimi dindirebilirdim.

Evin kapısı açıktı ve her şey yerli yerindeydi. Çekinerek girdiğim evin kokusu ise çok tanıdıktı, onu yeniden göreceğimden oldukça emindim ama her odaya bakmama rağmen Ekin yoktu, Ekin kokusunu ardında bırakıp gitmişti.

Dolaplarda kıyafetleri öylece duruyordu, yanlarına hiçbir şey almadan gitmişlerdi. Evden ayrılmadan önce son olarak mutfağa da bakmak istediğim için kapıya ağır ağır yaklaşıp birden kapıyı açınca yüzüme ağır koku vurdu ki bunun sebebi masada kahvaltı için hazırlanan yiyeceklerin bozulup kurtlanmış olmasıydı ama bardaklar, çatallar hiç dokunulmamıştı, sanki birazdan döneceklermiş gibi her şey yerli yerindeydi.

Bu manzara beni rahatsız etse de düşünmek istemedim, varacağım sonuçtan korktuğum için gidişlerine bir anlam yüklemeye kalkmadım ve bir zaman sonra kendimi bilinçsizce Ekin'in kokusunun sinmiş olduğu bu evde yaşarken buldum.

Bir buçuk yıldır arkalarında bıraktıkları bu ruhsuz evde yaşamama rağmen kimse gelip gitmedi. Zaman zaman bu evin zihnimle, anılarımla oynadığını hissetsem de yine de ondan gidemiyor, gitmek istemiyordum.

Ekin olmasa da onu görmesem de iliklerime kadar onu ve kokusunu burada hissedebiliyordum. Üzerimde Ekin'in eskimeye yüz tutmuş kıyafetleri, elimde doğum gününde ona aldığım adının yazdığı kahve bardağıyla koltuğa -onun oturduğunu varsaydığım tarafa- oturup bir zamanlar öykü yazdığı kırmızı defterine her gün onu yazıyordum. Tek dostum, konuşabildiğim tek sırdaşım artık bu defterdi ki artık defterin de son yaprağına gelmiştim.

"İhtiyarlıyorum, hafızam eskisi gibi güçlü değil bu yüzden korkuyorum. Onu ben de unutursam, tamamen yok olup gidecek.

Ona bunu yapamam, ona en azından bunu borçluyum. Eğer bir kişi bile okursa yazdıklarımı ve o bir kişi, kahve kokusuna düşen gözlerin hikayesini biliyorsa vakit kaybetmeden anlatsın, anlatsın ki önümü kapatan bu uçsuz bucaksız karanlık aydınlanıp her yer Ekin gibi acı kahve koksun."