Deneme

HAYALPEREST

...

Tanıdığım en nadide insanlardandı. Her mevsimin tadı ayrı, her duygunun yeri başkaydı hayatında.
Güneşi de çok severdi, onu saklayan bulutları da. Gözleri hayata aşkla baksa da varlığının
nedenini kavramakta zorluk çeker, hep bir varoluş sorunsalına takılı kalırdı. Belki de bu yüzden
insanları anlamlandıramazdı beyninin kıvrımlarında ve yapmak istedikleriyle yaptıklarının farkını
biçimlendiremezdi simyanın özünde.
Sanatın her halini severdi, modern sanat adı altında yapılan manipülasyonlar dışında.
Resimlere,şiirlere, yazılara, ruha dokunan tek bir kelimenin bile hayranıydı. Onlarla var olmak,
dinginliğe ve ruhunun ahengine ulaşabilmek için o da yapardı bir şeyler elinden geldikçe, lügatı
yettikçe ve hayal gücü var oldukça.
Bu yüzden çok hayal kurardı. Hayalperest biri miydi? Yoksa gerçeklikleri hayal gibi anlatan biri
mi? Bilemedim hiç.
Mesela bir hayali vardı ve hep şöyle anlatırdı:

“- Mevsim sonbahar ama yapraklar yeşil…”diyerek
başlar heyecanla, ve devam ederdi.

“- Evet biliyorum ironik ama düşünsene sonbahar tüm
ihtişamıyla ve hüznüyle gelmiş ama henüz kıyamamış yemyeşil ve huzur veren güzellikleri
sarartmaya…” der gülümser ve gözlerini uzaklara dikip tekrar devam ederdi.
” -Yağmurlu bir gün, hava hafif bulutlu ve karartıların sabotajına rağmen gün batımının
sarımtıraktan kızıla çalan renk cümbüşünün eşsiz dansı var ufukta.
Yeşille mavinin birleştiği hayat belirtisinin sadece doğadan ibaret olduğu bir yerdeyim. Biraz
yüksekte kerpiçten bir ev, evimin önünde bahçeyle bütün bir veranda. ipekten beyaz bir
elbiseyle oturuyorum belkide dünyanın en yumuşak,en rahat, kaz tüyünden minderli koltuğunda.
Yağmur yağıyor ritmik ve yere düştükçe çimlerle birleşmenin mutluluğundan çıkan huzurlu
sesiyle. Yağdıkça doğa canlanıyor ve toprak, işte kendine gelmeye başlıyor. Yağdıkça misk
saçıyor havaya, o muhteşem toprak kokusu hayatın ben canlıyım, yaşıyorum deme sekli gibi
sarıyor varlığın tüm katmanlarını. Ilık bir meltem hakim ağacın yapraklarında, beyaz elbisemin
eteklerinde ve vücudumu sararak ruhumun derinliklerinde. Sevdiğim adam “L’amour en paris”
albümünü pikaba yerleştiriyor, iğnenin plakla birleşmesiyle çıkan cızırtı sesi gelmekte olan
güzelliğin habercisi oluveriyor, birden havaya saçılan fransızca kelimeler dans ediyor yağmurla,
esen meltemle, bahçemi ele geçiriyor ve beni alıp götürüyor bilmediğim belki de hep olmak
istediğim en uzak diyarlara. Ayaklarım çıplak özgür bir ceylan gibi dans ediyorum çimlerin
üstünde, hissediyorum yaşamın kaynağını yerden göğe. Yağmur yıkıyor beni,tenime değen her
damla elmas gibi parlıyor gün batımının bulutlu karanlığında ve bir kadeh kırmızı şarap geliyor
kalbimin yansıması olandan ellerime. Tahtadan bahçe kapısının ardında, ağaçların şövalye misali
kenarlarda tüm heybetiyle yükseldiği, en eşsiz saray yolundan daha eşsiz,yürüdükçe yeşilden
maviye karışacağım görkemli bir yola çıkıveriyorum. Derken bulutlar gidiyor ve gün batımı an be
an seriliyor önüme, yürüyorum maviye doğru gözlerim gün batımına hayran…”
Bu gerçekleşemeyecek bir hayal değildi kanımca ama o “imkansız”derdi ve eklerdi.
“Hayalini kurduğun durumu bir şekilde elde edebilirsin belki ama tam anlamıyla duyguları elde
etmek imkansızdır.”
Derinlemesine düşündüğümde haklılık payı yüksekti.
Bunun gibi bir sürü hayali vardi onun imkansız dediği, benim dinlemeyi sevdiğim ve dinlemek için
can attığım.