GRİ DENİZ
Deniz, o gün kirli bir çarşaf gibi gözümün önünde öylece salınıyordu. Kuruması için rüzgara asılmış ıslak ve dev bir kumaş parçası gibi…
Deniz kirli filan değildi elbet; yağmur yüklü bulutlar, rengini verdiği gri sulardan kendine bakıyordu. Bekleyişimin yüz on sekizinci günüydü. Bir gözlem yapmak üzere uzun süreli bir görev için buraya gönderilmiştim. Gri Deniz’in kıyısına… Bu deniz, yılın sadece iki ayı çivit mavisi rengine; kalan on ayı da, aynı bugünlerdeki gibi yitik bir kadının benzindeki kül rengine bürünürdü. Kadınlar hüzünlerini hep yüzlerinde taşırlar, gözlerindeki ışıltıyı mutlaka griye teslim ederlerdi. Hayat ateşi sönmüş; ve o ateşten geri kalan kül artıkları gözlerinden, nefeslerinden, kelimelerinden tozuyarak atmosfere karışırdı. Diyar kadınları hep kül tüterdi. Diyar kadınlarının hep kayıpları vardı. Ellerinden alınan çocukları, kocaları, erkek kardeşleri, babaları…
Ne çok kadın var yine sahilde. Kumlar da gri. Sahil nerede bitiyor, deniz nerede başlıyor belli değil. Erkekler de orada ama en çok kadın var. Bekleşip duruyorlar. Bölünmüşler bir kere; kurtuluş ve kurtarılma yok. Kumlar, bu mahşeri kalabalığı ağırlayan devasa bir sunak alanı haline gelmiş. Öyle ki bazıları kedisini, köpeğini, kuşunu, papağanını, iguanasını, balığını bile getirmiş. Ve bazıları ise elinde kalan tek çocuğunu veyahut çocuklarını… Bir daha bölünmemek için. O yeniden geldiğinde, kolundan sımsıkı yakalasınlar ki çocuklarını, bir daha parçalara bölünmesinler. Birlikte gidebilsinler.
Beklemenin, ölmekten beter olduğu bir çeşit kalım ızdırabı bu. Kurtuluşu mu yoksa ölümü mü? Neyi beklediklerini bilmeden yitip gidiyor Gri Deniz’in insanları. Bir garip din inanışı; bir tuhaf tapınma gibi. Diyar dışı insanlarının çılgınlık ve meczupluk diye nitelediği bir eylemin içindeler yine, yedi yıl sonra. Bana da bu çılgınlığın izlerini, geçmişini ve geleceğini anlamak düşüyor.
Kalabalığın arasından yol alıp belli belirsiz kıyıya ulaşıyorum. Suyun sıcaklığını ölçüyorum. Not defterimi açıp sıcaklık değerini not ederken bir adam yaklaşıyor denizin suyuna. Dizlerini koyup eğiliyor ıslaklığa. Şıpırtılı deniz, birkaç tuzlu damlayla okşuyor yanağını adamın. Adam sessizce fısıldıyor denize: “Yalvarırım bu kez olsun! Lütfen! Al beni!” O da bir kaç damla gözyaşıyla karışıyor denize. İki farklı dünyanın tuzu birbirinde eriyor o an.
Gri denizin, yazılı tarihe geçtiği, belki de öncesinden beri yedi yılda bir tekrarladığı akıldışı geleneği… Bir mit, bir mitos gibi anlatılan doğa üstü alışkanlığı… Bazen coşkuyla bazen huşu içinde, çoğu vakit korkuyla karşılandığı bu kalabalık sahilden yapıyor seçimlerini. Neye göre; hiç kimse bilmiyor.
Nemli kumların üzerinden çıplak ayaklarımla yürüyorum. Bir yer bulup oturacağım. Etraf sessiz. Ama o an o sessizliği bölen cılız bir ses duyuyorum. Beş altı yaşlarındaki bir kız çocuğu, önündeki kumdan kaleyi deniz kabuklarıyla süslüyor. Bembeyaz elleri ve yüzü kum içinde. Duyduğum cılız ses işte o tatlı kıza ait. “Anne, yakında balığa dönüşeceğiz. Çünkü denizdeki balıklar bittiğinde; deniz, insanları balığa çeviriyor olmalı. Ben kırmızı bir palyaço balığı olmak istiyorum. Böyle söyleyeceğim denize…”
Küçük kız yüzünü, yaptığı işten hiç kaldırmadan konuşuyor. Altın rengi saçları tel tel uçuşuyor rüzgarda. Hafifçe yüzünü kapattığında, çocuk kumlu elleriyle düzeltiyor saçını. Başına gri kumlar yapışıyor. Olacakların işareti gibi algılıyorum kızın saçına bulaşan kumları. Deniz şimdiden seçimini yapıyor belki de. Billur kollarını uzatarak alacağı insanları damgalamaya başlamış sanki. Ürperiyorum.
İki adım kadar yakınlarına oturuyorum. Küçük kızla göz göze geliyoruz. Anne, gözünü ufka dikmiş. Kızına sessizce cevaplar veriyor. Karşılıklı konuşuyorlar ama kadının sözlerini duyamıyorum. Çocuk, neşeli bir gülümsemeyle bir kaç kez bana bakıyor. Ben de şefkatle ona karşılık veriyorum. Ne de olsa insan oluşun bu olağanüstü evresine kendi bedenim dışından tanıklık edememiştim. Bir çocuk doğurabilmenin onay kodunun doğadan geldiğini bilmeden, tüm evliliğim boyunca bu hayalle yaşamıştım. Ama doğa o onay kodunu bana hiç vermedi. Doğa garip bir mekanizma. Hasarlı damgasıyla ıskarta bölüğüne ayırmıştı beni. Bilim ve Ütopya, tam da o zamanlarda uzmanlaşma konusu olarak ilgimi çekmiş ve doğanın garipliklerini sorgulayışım başlamıştı. İşte bu yüzden de yaklaşık dört aydır buradaydım.
Anne gözü kapalı, başı ufukta; ben, küçük kızın oyununa ortak olmak üzere hafifçe vücudumu ona çevirmiş vaziyette oturuyoruz. Kız bir an büyümüş gözlerle denize bakıyor. Ayağa kalkıp öne doğru fırlıyor. Kadın kızını kollarıyla sarmalayarak ondan uzaklaşmasına engel oluyor. Sahili güçlü bir uğultu ve çığlıklar silsilesi dolduruyor. Başımı, tüm kalabalığın baktığı yöne çeviriyorum; denize… Suların üzerinde ışıltılı yeleleriyle üç sudan at beliriyor. Dört nala, geniş bir daire çizerek adeta selamlıyorlar kalabalığı. Nalları kah sularda kah yüzeyin biraz üzerinde; kah koşuyorlar kah uçuyorlar. Poseidon’un atları betiminde üçü de. Gözcülük yapıyorlar sanki hizmet ettikleri Tanrı’ya. Şüphesiz ki O’na. Elçiler, kalabalığı ölçüp biçtikten sonra büyük ihtimalle harekete geçecek O da. Kendini denize sürenler, heyecandan bayılanlar, coşkuyla bağıranlar ve kederle ağlayanlar eşliğinde sudan atlar gösterisini tamamlıyorlar. Bir dakikaya yakın sürüyor bu sirk gösterisi. Bir su damlası olup yok oluyorlar yine denizin yüzeyinde.
Küçük kız ellerini çırparak oturuyor yine kumdan kalesinin başına. Kadın, “Vakit yaklaştı” diyor. “Akşama gidiyoruz.” Bu bir işaretmiş meğer. Kız, annesinin gözlerine bakıyor. Düşünüyor. Belli ki bu geleneği bebekliğinden itibaren kavramış durumda. Hiç yadırgamıyor gidecek oluşunu. Kırmızı palyaço balığı olma hayali kuruyor ne de olsa. Sarılıyor kadının boynuna. “Tutunamazsam beni bırakma anne” diyor. Ve gömüyor yüzünü kadının omuzuna. Anne sakinleştiriyor yavrusunu. “Seni hiç bırakmayacağım" diyor müşfik ve güven veren bir sesle. “Şimdi sessizce bekleyelim.”
Kızıyla kurduğum göz temasından ve küçük şakalaşmalarımızdan cesaret alarak, “Nereye gidildiği ile ilgili bir fikrin var mı?” diye soruyorum kadına. “Kızın çok güzel. Onu da getirmişsin.” Kadın, ufuktan gözünü ayırmadan cevap veriyor. “Eğer buradaysan, bu olayın oluş biçimini biliyor olman gerekir.” Tek cümleyle bozguna uğratıyor beni. Başıyla denizi işaret ederek devam ediyor sözlerine. “Atalarım orada bir yerlerde. Ve biz de onlara götürülmek durumundayız.” Sonra yüzünü bana doğru çeviriyor. “Buralardan değilsin. İnsanlar korkarlar bu sahile gelmeye. Bizden de çekiniyorlar. Anlaşılabilir bir durum; yadırgamıyorum.”
“Buralardan değilim, evet. Bu olayın oluş şekline tanıklık etmek için görevlendirildim. Daha doğrusu gönüllü oldum diyelim."
“Yabancılar kendimizi gizlediğimizi düşünüyorlar. Oysa gizlemiyoruz. Dedim ya, korktukları için buraya gelemiyorlar. Oysa onlar için hiç tehlike yok.”
Son sözüyle ne söylemek istediğini anlıyorum ama yine de “Nasıl?” sorusu dilimden dökülüveriyor.
“Bir gözlemci olduğunu söylemiştin. Bu olayı tüm yazılı kaynaklardan ya da söylencelerden yutmuş olmanı beklerdim. Yedi bin yıllık kadim bir gelenek bu. Biz denize götürülmesi gereken insanlar olduğumuza inanırız. Buna inanmayanları ve bizden doğmayanları O almaz. İşte o yüzden sizin için tehlike yok.”
Kadın, az sonra gidecek oluşunun belki de rahatlığıyla açılıyor. Gözünü ufuktan ayırıp, bakışlarını bacaklarının arasında oturan kızının saçlarına indirerek konuşmasını sürdürüyor. “Yedi yıl önce kocamı aldı O. Beni öylece sahilde bıraktı. Üstelik hamileydim. Beni almadı. Şimdi ikimizi birden götüreceğini biliyorum.”
“Üzgünüm ama, bunun sonunun ölüm oluşu dışında kendimi herhangi bir şeye inandıramıyorum. Anlamama yardım et. Ve yabancıların sizi anlamasına…”
“Eğer diyar dışındansan anlayamazsın. Eğer bir yakının götürülmediyse ve her uykuya dalış esnasında onunla bir açık görüş seansı yapmıyorsan bunu bilemezsin. O, götürüyor ama gidenle kalan arasındaki bağları koparmıyor. Merhametlidir. Ölüme gelince…” Susuyor. Anlayabileceğim kelimeler seçmek için duraksadığını var sayıyorum. Ama bir gözlemci; ve burada olduğuma göre de bir ütopya araştırmacısı olduğumu da unutmamalı. Kısa bir aradan sonra yeniden konuşmaya başlıyor. “Ölüm, farklı bir biçime dönüşmek bizim için; aktarılmak oradan oraya. Gideceğimiz yerde başka bir varoluş tanımıyla karşılanacağız. Ve bunun adı da ‘ölüm’ değil.”
Gözlerini kısarak yeniden Gri Deniz’e çeviriyor bakışlarını kadın. Çocuk ikimiz arasındaki iki adımlık boşlukta, kumlarla oyununa devam ediyor. Bir ara ayaklarımı kuma gömüyor. Öylece kalakalıyorum. Ona sarılmak ve küçük bedenini hiç bırakmamak; ensesindeki kokuda kaybolmak istiyorum. Çocuklar, eser miktarda da olsa bebeklik kokularını muhafaza ederler o büyülü bölgede.
“Belki de kızımın dediği gibi bir balık olacağız; belki de bir istiridye kabuğunun içinde inci tanesi olarak bu sahile geri döneceğiz. Burada gördüğün herkes bu inanışla doğar. Bu ezelden beri böyledir.”
“Aslına bakarsan, götürülme sonrası denizde yapılan araştırmalarda hiç bir insan kalıntısına rastlanmadı.”
“Tabi rastlanamaz. Bizim doğal döngümüz bu” dedi kadın. Ve konuşmasına son noktayı koymuş görünüyordu.
“Belki de haklısın. Bir yaşam dönüştürme ve aktarım noktasıdır burası. Evrenlere yolculuğun geçiş kapısı… Bir derbent… Bir başka yerde, bir başka varoluş biçimiyle sürdüreceksiniz yaşantınızı. Umarım mutlu olursunuz."
Sözlerimi bitirmemle, denizin kabarması aynı saliseye denk geliyor. Deniz, bir ahtapot gibi yükseliyor göğe doğru. Büyük gövdeden yüzlerce billur kol uzanıyor bulutlara değin. O kollar, sahile doğru inişe geçiyorlar sonra. Seçtikleri insanları birer birer kavrayıp önce göğe sonra denizin derinliklerine çekiyorlar. Çığlıkları duyamıyorum. Gözlerim dışında bütün hayati fonksiyonlarımı yitirmiş gibiyim. Dışarının, kıyamet gürültüsüyle yıkılıyor olduğuna eminim oysa. Billur kollardan bir tanesi de oturduğumuz yerin tepesinde beliriyor. Suyun yaklaşan serinliğini hissedebiliyorum. Üzerimden atlayarak uzanıyor kadına ve çocuğa doğru. Islatmıyor beni billur kol. Ve onları nazikçe kavrayıp ağır ağır çekiyor göğe doğru. Kızla göz göze geliyorum. Annesinin boynuna sıkı sıkıya sarılmış. Bir eli, minicik parmaklarıyla bana uzanıyor. ‘Sen de gel’ der gibi. Gözyaşlarım sel oluyor. Kız el sallıyor bana. Dudaklarında ince bir gülümseme ve gözlerinde gönüllü bir gidişin huzurlu vedasıyla uzaklaşıyor yüzümün önünden. Küçük bir noktacık halini alıncaya kadar alamıyorum gözlerimi ondan. Yedi yıl önce, hiç görmediği babasına kavuşacak belki az sonra. Başka bir krallık mı; başka bir evren mi, yoksa başka bir varoluş boyutu mu bilemiyorum gittikleri yer.
Uzunca kalıyorum sahilde. Uzunca ağlıyorum kumların üzerinde. Onlar için mutlu, benim için buruk bir son bu. Ilık bir atmosferde nefes alıp vermenin insan doğasına bürünüyorum çaresizce…