DENİZE DOĞRU

“Bazı insanlar,
Sürekli yağmurun yağdığı
Ama bunu diğerlerinin göremediği bir iklimde yaşarlar...
Sadece ıslak olanların selamlaştığı...”
Yanağında hissettiği sert soğuklukla kendine geldi. Aslında uzun süredir bu tuhaf pozisyonda yatıyordu ve bunun farkındaydı ama kendinden uzaklaşan ruhunun yeniden bedenine dönmesine kayıtsız biri gibi gözlerini yeniden aynı noktaya dikti ve iç geçirdi. Banyonun soğuk fayanslarından yukarı doğru uzanan plastik borulara bakıyordu. “Enteresan” diye düşündü. Bu banyoyu yıllardır kullanıyordu ama bu açıdan hiç görmediği için yabancı ve farklı görünüyordu. Şimdi neden yerde yüzükoyun uzanmış ve öylece düşünüyor olduğunu tam hatırlamıyordu. “Ah işte yine oluyor!” dedi kendi kendine “Düşüncelerimi düşünmeye başladım”. Bazen bunu yapmayı severdi. Uzaktan izler gibi, aklından geçenleri akışına bırakmayı ve dışarıdan bakmayı ama bazen -şimdi olduğu gibi- bunu istemeden yapıyor ve hiç hoşlanmıyordu.
Uzun süredir öylece yattığı yerden, tek bir hareketle kalktı ve “Gitmem gerek!” diye düşündü. “Denize doğru gitmeliyim”. Şimdi deniz, sakin, yorgun ve ağırbaşlı haliyle kucak açmış, derin yalnızlığına eşlik edecek kişiyi sabırla beklemeye başlamıştı. Bunu sevdi. “Denizin bana ihtiyacı var, ona gitmeliyim.” İhtiyaç olmak, hoşuna gitmişti. Keyiflendi ve sanki acele etmesi gerekiyormuş da geç kalmış gibi hızlı hareketlerle kapıdan çıktı. Apartmanın demir kapısına kadar fark etmediği yumuşak sesi duyduğunda ise gülümsedi. Yağmur yağıyordu. Bu onu sakinleştirdi. Yağmuru seviyordu hatta sürekli yağmurun yağdığı ama bunu diğerlerinin göremediği bir iklimde yaşadığını düşünürdü, üstü başı, saçları hep ıslaktı ve gözünün altına hiç gitmeyen bir yağmur damlası yerleşmişti- 3 yıl 7ay 5 gün önce- ama bunu kimse göremezdi. Yağmurun bu dost yüzü, doğru yolda olduğuna dair bir işaretti. Yağmur yüzünden tenhalaşan dar sokaklarda, az insan göreceği için mutluydu. İnsanlar onu korkutuyordu. Onları, gözlerini vahşice üzerine dikip, fırsat bulsalar üzerine atlayıp parçalayacak tuhaf yaratıklar gibi görmeye başlayalı uzun zaman olmuştu. Bu düşüncesi onu şaşırttı. Nasıl olmuştu bu? “Tek tek saymamı istemezsin” dedi kendine alaycı bir gülümsemeyle. Ama bildiği tek şey, insanların arasında daima tetikte, daima saldırıya hazır olması gerektiğiydi. Bir an, hiçbir şeyden haberinin olmadığı, cahil çocukluk günlerini özledi. Hep gülerdi çocukken, aptallıkla mutluluk arası bir duyguda, bu dünyaya gelişine dair tuhaf bir sevinç vardı o zamanlar içinde. Çocukken, her şey öylesine mükemmel bir şekilde doğru ve tanıdıktı ki… Sanki o çocuk kendisinin bilmediği bir şey biliyordu, bir sır… Sonra büyüdü ve o sırrı unuttu… Şimdi burada, bu tanıdığı ama kendini ait hissetmediği sokakta başı önde yürüyordu.
Komşusunun evinin önünden geçerken, isteksiz bir bakış attı, yakaladığında dakikalarca esir alan, acelesi olduğunu söylediğinde ciddiye almayan kadın, “Bir şeyler anlatmak için doğmuş olmalı” diye düşündü. Sadece anlatmak… Tanımadığı insanların hayatlarına ait, onu ilgilendirmeyen yüzlerce şey… Susmak, onun için ölmek demekti. O yüzden gün boyunca yakaladığı herkesle saatlerce konuşuyordu. Konuşarak, hayatta kalıyordu…
Sokağın köşesinden çıktığında, evden ne kadar uzaklaşırsa o kadar “eve” yaklaştığını fark etti. Daha doğrusu ait olduğu yere. Orayı henüz bulamamıştı. Yaklaşıyordu bazen ama tam olarak neresi olduğunu bilmiyordu. “Bu sefer bulacağım, deniz orada olmalı” diye düşündü. Umarım öyledir.
“Sen koşar adım, başın önünde
Ben şemsiyemden kulemde, mahsur
Yağmur yağıyordu
Bir gün, hiç karşılaşmadık….”
Ana caddeye çıktığında, şemsiyelerinin altına saklanmış aceleci insanların arasına karıştı. Sanki yağmurdan kaçmıyorlar da şemsiyeleriyle kendi alanlarını, hâkimiyetlerini kazanmaya çalışıyorlardı. Her başarı hikâyesi gibi, bu da bir arabanın gelip, yolun tüm çamurunu sıçratmasıyla son bulacak, nafile bir çaba dedi kendi kendine. “Başarı” ne acınası bir kendini tatmin şekli… Hep daha fazla ve daha fazla isteme hali, sonsuz bir çölün tüm kumlarına sahip olma çabası. İnsanoğlu, sonsuz kavramını asla anlayamadı dedi. Acaba, diğer insanlar da bu konuyu düşünüyorlar mıdır diye merak etti bir an. Mesela şu her gün önünden geçtiği bakkal, gözleri hep mutsuz bakan ama yapmacık gülümsemesine kanmamızı bekleyen, hatta bunu umutsuzca isteyen bakkal, o da düşünüyor muydu? Ya da kirayı düzenli olarak aldığı için, hayatından memnun, sinirli karısının yoktan çıkardığı kavgaları umursamazlığıyla bertaraf eden, böylece karısını daha da çılgına çeviren ev sahibi amca? Herkes sorularına doğru veya yanlış, ama illaki bir cevap veriyor sanırım diye düşündü. Sahipsiz kalmayan tek şey “sorulardı… “
“Cevap, baktığın her yerde,
Şu ağacın gölgesinde belki
Bir köy çocuğunun saçlarının örgüsünde
Ya da gecenin tam 3'ünde
Asıl sorun, soru ne?”
Yine aynı şey oldu diye kendine kızdı. Denize doğru gidiyorsun, odaklan! Onu ilgilendiren “soru” buydu. Sonra bunu niye yaptığını düşündü. Kaçtığı soru ile yüzleşmek. “Allah, insanlara kaldıramayacağı yükler vermez” diye düşündü. Hemen ardından otomatik olarak, aklından geçmesine engel olamadığı cevap geldi “Bu doğru değil!” Yüzleşmekten kaçmak için denizi düşündü. Yanına vardığında uçsuz bucaksız güzelliğe bakacaktı önce ve derin bir nefesle içine çekecekti, huzuru. Sonra yanına gidip, elini ıslatacak ama bu yeterli gelmeyecekti. Yağmurda denize girmek nasıl olurdu acaba? Tüm benliğini, içini, dışını, düşüncelerini, hayallerini her şeyini denize bırakmak istiyordu. Gülümseyerek dibe doğru gitmek ve doğmak yeniden…
Az kaldı diye düşündü, heyecanlandı, şimdiden iyot kokusunu hissedebiliyordu. “Şu sokağı dönünce karşımda olacaksın”. Adımlarını sıklaştırdı ve yüzündeki kasların rahatlaması eşliğinde sokağın köşesini döndü. Gözlerini uzaklara hazırlayarak, manzaranın keyfini çıkarmaya hazırlanıyordu ki, yüzünün rahatlığı yerini endişeye ve kafa karışıklığına bıraktı. Sağına soluna telaşla baktı. Deniz yoktu! Deniz… Yoktu! Karşısına başka bir sokak çıkmıştı sadece. Apartmanlar, insanlar ve arabalarla dolu başka bir sokak! Korkuya kapıldı, kalbini ağrıtan, boğazını acıtan duygu geri gelmişti. Ağlamaya başladı. İnsanların yakasına yapışıp “Onu da mı aldınız benden” diye bağırmak, tüm dükkânların camlarını indirmek, yolun ortasında öylece durup çığlıklar atmak istiyordu. Ama sadece ağlayabiliyordu, hiç kimsenin onu görmesini istemiyor ama gözyaşlarını durduramıyordu. Hem insanlar gelip ne oldu diye sormasın istiyor hem de tüm dünyanın ona sarılıp, üşümesini engellemesini istiyordu. Bunun aptal denizin olması gereken yerde olmamasıyla ilgisi olmadığını da biliyordu. Sadece mırıldandı. “Burada olması gerekiyordu. Benimle buluşmayı bekleyen bin yıllık bir cümle gibi...”
“Merhem mi muhtaçtır yaraya
Yok ettiği yara mı yoksa?”
Yanağında hissettiği sert soğuklukla kendine geldi. Sokağın kenarındaki otobüs durağındaki boş bankta, yanağını cam duvara dayamış öylece oturuyordu. Ne kadar zamandır oradaydı tam hatırlayamıyordu. “Şu işe bak!” dedi. Sabahın köründe işe giden akşam geri gelen insanlar, tek amaçları 24 saatin 1 saatinde televizyon karşısında rahat vakit geçirmek, ağır bir bedel… Birden yüzü aydınlandı. “Gitmem gerek! Denize doğru gitmeliyim” Onun bana ihtiyacı var. İhtiyaç olmak, onu birden keyiflendirdi. “Allah, insanlara kaldıramayacağı yükler vermez.” Hemen ardından kışkırtıcı, ayartıcı, sevmediği diğer iç sesi azarladı yine “Hayır hayır hayır bu doğru değil!”