AH SÜREYYA
AH SÜREYYA
İzmarit tutuştu tutuşacak. Yine yaktığın sigarayı tablada öylece unutmuşsun. Sabah
erken, güneş ılık, pencerenden içeri doğmuş. Üzerinde bir don, bir atlet, yalın ayak
evi arşınlıyorsun. Mutfağa dönünce akşamdan kalma kahven ve sönmüş sigaran
karşıladı seni. Saat 7yi biraz geçmiş. Sokak sessiz, günlerden Pazar. Pencereden aşağı
sarkıp sokağın ucunu kesiyorsun, görünürde hiç kimse yok. Zaten de niye olsun.
Yaktın bir sigara daha, sonra, hadi babanın hatırına, altlık olsun diye bir parça ekmek
attın ağzına. Bilse kızar, ama nereden bilsin. Sen yine de veriyor saydığın öğüdünü
tutarsın. Büyürken hep öyle yaptın.
“İçine bülbüller kaçmış bu kızın,” derdi sana ismini veren anneannen. Ne lafın
biterdi, ne kıkır kıkır gülüşlerin. Bu sabah için suskun, öylesine terkedilmiş kalbin.
Boş odayı dinliyor kulakların. Saatin tik takı sinirine dokunuyor. Baban da sevmezdi,
ama sen nereden bileceksin.
Ocağı yaktın, çaydanlığı doldurup üzerine koydun kalkar kalkmaz. Sıcak bir şeyler
gerekti bu sabah, her sabahki kahven yeterince müşfik gelmemişti, daha demli bir
şeyler çekmişti canın. Kaynayan suyun fokurtusu bozdu sessizliği. Kenarını
kopardığın bir dilim ekmek, biraz peynir, iki de zeytin; çok bile. Çayı çöpüyle akıttın
kesme kristal bardağa. Parmak uçların yana yana bardağı alıp, gittin masaya oturdun.
Haftanın son günü. Bu yaşının ilk günü. Galata'nın yokuşlarından birinde, demir
kapılı eski bir apartmanın beşinci katında, balkondan Haliç'e daldı gitti gözlerin. Bir
iki balıkçı kayığı, biraz gün ışığı var sularda sadece henüz. Komşunun bebeği
ağlamaya başladı birden. Çok bile dayandı. İstemsizce başını sesin geldiği duvara
çevirdin. Yeni hayatın sesi. Henüz on günlük. Bu gece 3 kere uyandı. Sense hiç
uyumadın.
İki lokmalık kahvaltını 3 fincan çay izledi. İçin ısınana kadar içebilmek isterdin oysa;
yetmedi. Martı sesleri güne başlaman gerektiğini söylüyor. Kalk hadi, bir duş al.
Yatağının üzerine giyeceğin kıyafeti sermişsin. Eski, soluk mavi, kısa bir yazlık
elbise. Eteklerin boğazın girdabında uçuşacak yine, sen yine oralı olmayacaksın.
Üzerindeki iki parçayı da çıkarıp çırılçıplak kalıyorsun. Boyun 15 yaşındayken geçti
annenin boyunu. Ama zayıf bedeninde, yalın hatlarında onun çokça izi var. Elini
dümdüz karnında gezdiriyorsun. Gözlerin kapanıyor bir an için. Dilek mi tuttun,
yoksa dua mı ettin? Sıcak suyun altında eriyip akıyor hepsi, aklındaki ve fikrindeki.
Bir tek kalbindeki kalıyor.
Duştan çıkar çıkmaz, daha giyinmeden, eskiden yaptığın bir müzik listesini açtın
telefonundan. Beline gelen saçlarından sular damlarken, aynanın önünde dans etmeye
başladın. Yükselen güneş aynadan yüzüne vurdu. Gülümse hadi, bir küçük gülümse.
Pazar bugün, yolunu gözlediğin, haftanın son, yeni yaşının ilk günü.
Müzik sustu, sen durdun. Aynaya bakarken bir damla yaş süzüldü gözünden. Onun
donuk bakışları geldi aklına ve hemen sonra tatlı gülüşü. İçinde deli bir savaş var ve
çırpınıyorsun. Göğüs kafesini yakan bir kor aktı geçti yavaş yavaş. Zaman, yavaş
geçiyor sana bu aralar. Yanında olmadığın her saat bir günmüşçesine yavaş. “Zaman
her şeyin ilacıysa, fazlası intihara girmez mi?” demiş şair. Ya ondan geriye sadece
zaman kalınca, o zaman ne yapacaksın?
Sevişmek beş dakika. Ona olan özlemin o kor gibi 5 dakikanın içine sıkışır. Bari biraz
kokusu kalsaydı yastığında. Onu bile çok görürdü hayat çoğu zaman. Sonra sen bir
sigara yakar otururdun. Sigara kokardı öptüğü ellerin. Beş dakika bir gece sürerdi.
Güneş doğar, güneş batar. Ama siz nadiren geceyi güne bağlardınız beraber.
“Anın tadını çıkar.” diyordu. Şu popüler “anda olmak” kavramı hiç bu kadar itici
gelmemişti sana. Beraber gidilen tiyatro, oynanan bilardo, seyredilen gün batımı,
gittiğiniz çarşı lokantası, bunlar anlardan ibaretti onun için ve birleştirilmeleri
yasaktı.
Oysa ne kadar sıradan şeylerdi gece yarılarına kadar yazışmanız, sabah oldu mu hızlı
bir kahvaltı için eli kolu dolu sana uğrayışı, öğlenine tekrar buluşmanız, çarşının orta
yerinde taburelere oturup diz dize kahve içişiniz. Çarşıya kadar da bir hayli yol
yürümüşünüz. Sonra dayanamayıp o meşhur tatlıcıya gidip bir de güzel sufle
yemişiniz. Hepsi bir ana nasıl sığardı?
Bunlar aklında uğuldarken sen aynaya öylece bakakalmıştın dakikalarca. Gözünün
yaşını sildin, elbiseni giyindin, “o an”dan çıktın ve güne karıştın.
Bugünü yalnız geçirecektin, öyleydi kararın. Kendine yaptığın programa göre önce
Doğan Apartmanı'na uğrayıp Alp'i ziyaret edecek, ona ödünç verdiğin kitabını geri
alacak ve belki dairesinin güzel manzarası eşliğinde sabah kahveni onunla içecektin.
Alp bahsetmiyordu artık ondan hiç. Araları soğuktu. Alp'i yumuşatmaya çalışıyor, “O
kime sıcak ki, takma bu kadar kafana.”, diyerek onu yatıştırmaya yelteniyordun.
Çünkü adı hep dilinin ucunda, ve Alp kuzey yıldızınız sizin. Sessiz duvarlarına bir
yenisi eklensin istemiyordun.
Kahvelerinizi elinize alıp avluya indiniz. Vitraylı kapıdan süzülen ışığın girişteki
yansımasına daldı gözlerin bir süre. Burayı oldum olası seversin. Alp'i ziyaret
bahanesiyle bekçiye kapıyı çok kereler açtırdın avluda boğaza nazır kahve keyifleri
yaptın tek başına, Alp'in ruhu bile duymadı. Şimdi beraber kahvelerinizi yudumlarken
hep dediğini tekrarlıyordu sana, “ İkinizin ihtiyaçları farklı, yollarınız başka.” Sense
soramadığın hesabın ağırlığıyla onun yüzüne öylece baktın.
Elinde kitabınla bir müzeydi hedefin. Bir an başında durup baktıktan sonra yavaş
yavaş indin Komondo Merdivenleri'ni. Kafanı kaldırıp Bankalar Caddesi'nin
köhnemiş ihtişamını seyrederek yürüdün. Eski bir banka binası olan müzeye hemen
vardın. Buraya geliş sebebin, İstiklal'in o çocuklarını yutan terörüne yenilip, kaçıp
buraya sığınan kitapevini ziyaret edip kendine bir hediye almaktı.
Orada telaşsızca, aheste aheste dolaştıktan sonra, Auster'den Yalnızlığın Keşfi'ni
seçtin kendine hediye. Sonra hemen karşıdaki kafeden bir sade kahve kapıp camın
önündeki koltuklardan birine kuruldun. Bu saatlerde müze boş olur, yüksek
pencerelerden içeri şehrin pusu, güneşi ve akıl almaz sessizliği dolardı.
Hemen açıp yeni kitabından birkaç sayfa okudun.
“...insan büyüse bile, babasının sevgisine duyduğu açlık tükenmez.”
Oysa sen babanı hiç tanımadın, nereden bilecektin. Annenle konuşmalarınızda
konusu nadiren açılır, o senin boş bakan, kayıtsız ela gözlerine dalıp gider, içinden
geçirdiği, “doğru olanı yaptım,” telkininin kararlılığı yüz ifadesine yansırdı. Anaerkil
bir evde büyümüştün, ve hep dik durman, kimsenin gölgesine sığınmaman, kendine
yetmeyi bilmen öğretilmişti sana. Bundandır ki hayata acelen yoktu.
Ve bu sade varlığını sürdürürken karşına çıkıp da bunca çarpan olmamıştı seni hiç.
Tanıştığınız yer değil de, buluştuğunuz noktalardı garip olan. Bambaşka hayatlardaki
tıpatıp halleriniz, paralel çizgileriniz ve kesişen kavşaklarınız. Sen kolejli kız, o
bıçkın delikanlı. “O zamanlar tanısan sevmezdin beni”, diyordu. Doğruydu, sen onun
bugününün elinden tutmak istemiştin. Yaralara karşı zaafın vardır ya hani, kimse kan
kaybından ölmesindi. Hele ki bu, gözlerinde kaybolduğun, göğsünde huzur bulduğun
o yorgun askerse. Hayatın dayattıklarına teslim olmuş dik başlı bir anarşist olmanın
ironisinde boğuluyordu o. Ve sen buna seyirci kalmaya mecburdun.
Kalabalık bir sofranın öte ucundan “Nasıl yani, yorulmadın mı bu koşudan?” diye
soran bakışlarına, “Hem de nasıl” diyen gözlerle cevap verdiğinde tanışmıştınız.
Gecenin sonunda masadakilerin sesleri silinmiş ve sen bir tek onu duyar olmuştun.
Hiçbir özelliği yoktu; işten çıkmış elinde birasıyla muhabbete oturmuş, yorgun bir
adam. Saçları haddinden fazla kırlaşmış, omuzları çökkün, bakışları solgun. Bir sana
bakarken parladığını acaba başkaları da görüyor mu? Sen bakışlarını kaçırıyorsun
ondan bütün gece. Çünkü bu çok saçma, neye akıyor bu kadar için? Neden çölde su
bulmuş gibi hevesin?
Sonrası hayat, sonrası pişmanlık ve şükran. Anlar boyu aşk ve günler boyu gözyaşı.
Aşk sen ne çetin bir çivisin? Öyle bir ilüzyondu ki hiç bitmesin istedin. Günlerden
son gündü. Şimdi oturduğun apartmanın sokağında öpüşmüştünüz. Çok sarhoştu.
Duymaya doyamadığın kelimelere boğmuştu seni o akşam. Sabah neler dediğini
hatırlayıp hatırlamadığını sorduğunda, "Ne dediysem doğru demişimdir. Sarhoşken
içim dışıma çıkar benim, bilmiyor musun?", demişti. Biliyordun, ve engel olamadığın
bir gülümsemeyle göğsüne koymuştun başını. O sabah evinden son kez çıktığınınsa
farkında değildin. Londra'ya tek yön bir bilet aldığını birkaç gün sonra duyacaktın.
Sen bunu duyduğunda o ev çoktan boşalmış olacaktı.
Kalbin de evle beraber boşaldı, kanın damarlarından çekilip gitti, aklın yitti, sen
bittin, ya da öyle olduğunu sandın. Gidişinden bir hafta sonra seni öptüğü
Kuledibi'ndeki o sokakta kiralık bir daire gezdin. Mutfağa dolan gün ışığı insanın
içini yıkar gibiydi. Burada uyanmak ne güzel olacaktı. İki bavulunla hemen o akşam
tek başına yeni yuvana taşındın. Kapını güzelce kilitledin, bir şişe şarap açtın ve
camlar Haliç’in ışıklarıyla boyanırken, sen aşağıdaki öpüşmenizi düşleyip uzun
zamandır tuttuğun gözyaşlarını bıraktın.
Ayları saymadın sonra, ama zaten saymaya değer bir şey de olmadı. Her gün işe gidip
geliyorsun. Bazen bir sokağın köşesi takılıyor gözüne, bazen soğuk biranın buğusu,
bazen bir adamın gölgesi, bazense yatağının boş tarafı. Bir şarkıda gözlerin doluyor
ya hala? Yapma. Bak yine akşam oldu, doğumgününün akşamı. Ne güzel yaş aldın
sen, ne çok şey öğrendin, ne çok sevilip sarmalandın. Şimdi burada, pastanın
mumlarını üflüyorsun. Annen gibisin; annenin tek çocuğusun. Ne çok gözde
gezindin, kaç dudak öptü seni? Hangi sokaktı sahi kaç gece defalarca yürüdüğün?
Unut. Sevgisizliği unut, de ki yok, hiç kırılmadı ruhum. İstemekten hiç vazgeçme,
çünkü hayat tutarsız ve uzun.
Bu gece dileklerini suya anlat, Süreyya. Gül kokulu kremlerini sürün ve soğuk
yatağına gir. Pamuklu piken sıkıca sarsın seni bir sevgili gibi. Güzel başın huzurla
yastığına gömülsün. Umutların dünden yarına emanet.
Ve yarın yeni bir gün.
Ve sen iyi ki doğdun.