VIZILTI

Gecenin yavaş yavaş söküldüğü, yerini aydınlığa bırakmak üzere göç ettiği saatlerdi. Deren’in evinin havadar terasında, Maslak’ın az da olsa hala yerine beton kuleler dikilmediği arazilerini seyir halindeyken arada bir konuştuğumuz kelimeleri hariç tutarsak sessizlik içerisindeydik. Deren elindeki iki porselen kupanın birini bana uzattığında ıssız yoldan son hız geçen bir arabanın çıkardığı gürültü, sessizliği bozmak için biçilmiş kaftandı.

 

Yanıma yerleşirken “Burada yaşamaktan nefret ettirdiler.” dedi Deren. Kupamdaki çaydan bir yudum aldım, gözlerim karşıdaki imarsız alana dikiliyken başımla onayladım onu. “Tam diyorsun ki sessizlik, huzur; şerefsizin teki saate falan bakmadan hız yapıyor. En başa dönüyorsun.”

 

“İstanbul için iyi bile bu,” dedim bitişiğindeki paketten bir sigara çıkarmaya yeltenerek. Hava iyice serinlemişti, üzerimize geçirdiğimiz şallar etkisini sabah serinliğiyle yitirmeye başlar gibiydi. Dudaklarımın arasındaki sigarayı boştaki elimle tutuşturdum, bir nefes çektim. Ne gündü ama.

 

“Orası öyle tabii,” diye onayladı beni. “Ya ön cephede oturuyor olsaydım? Bir yığın beton. Hoş, içlerinden biri de benim oturduğum ya.”

 

“Lafı ağzımdan aldın.” Büyük bir yorgunluğa rağmen hafifçe sırıttım. Deren beni Çengelköy’deki ara sokağın tekinden alıp evine taşıdığından bu yana saatler olmuştu ve hala doğru dürüst bir şeyler konuşmamıştık. Bunun sebebinin ilk saatlerde sadece ağlamam olduğuna karar verdim içten içe. Garipsedim. Öte yandan kendimi bildim bileli, ailem dahi olsa kimsenin önünde ağlamazdım ben. Saatlerdir yaşadığım sinir boşalması, beni başka birine mi dönüştürüyordu ne?

“Düşünüyorum da,” dedi düşüncelerime tercüman olur gibi. “Yaşadığımız her şey bizi bir başkasına dönüştürüyor. Anbean bir farklı yabancıyız sanki kendimize.”

“Bu kez lafı aklımdan aldın,” diye yanıtladım onu, belli belirsiz bir şaşkınlık içerisinde. İçeriden sızan gece lambasının ve yoldaki sokak lambalarının ışığı dışında etraf kapkaranlıktı. Bundan, yüzüne bakınca bir başkasını görür gibi oldum, hiç tanımadığım ama güvenmem gereken biri gibiydi. Kaşı, gözü, burnu; bambaşkaydı. Belki biraz daha aydınlanabilse onu anlama şeklim değişecekti. Değişecekti, dediklerine kulak verme payım, bilme payım ama yok; bir başkası, büyük bir anaçlıkla dolu, bana tavsiye verir gibiydi.

“Bugün yaşadıklarınla ilgili konuşmak ister misin, Lara?” Muhtemelen Deren’i de saatlerdir konuşmayıp huzursuzluk geçidine sokmakla bunaltmıştım. “Olur,” dedim mırıldanır gibi. Konuşmanın iyi geleceğini biliyordum.

“Ne geçiyor aklından?” Aramızda duran paketten o da kendine bir sigara aldı, çabucak da yaktı. Sigaranın alevi incecik bir aydınlık sağlasa da umduğum gibi değildi, karşımdaki o çok tanıdık ama çok yabancı kişi; hala bana bilinmezlikten sunulmuş bir armağan hissi yaşatıyordu.

Sorusuna kulak verdim. Sahi, ne geçiyordu aklımdan?

“Bilmem,” dedim, her sonu düşünülmemiş konuşmamın başlangıcı gibi. Birkaç nefeslik sigara molası, biraz da düşünme payı verip devam ettim. “Tam da söylediğin gibi hissediyorum kendimi. Köklerimden başlayıp bir başkasına dönüşmem gerektiğini düşünüyorum. Yani, yaşadıklarım sanki bir işaret gibi geliyor: Sadece erkek arkadaşım ile değil evimle de bir ayrılık bu.”

“Belki barışırsınız,” diye araya girdiği an “Tanıyorum onu,” diye böldüm sözünü. “Tamamen bitti.”

Nasıl bu kadar emin olduğuma gelecek olursak, Ege’yi ilk tanıdığım günden bu yana onun kendi konfor alanından çıkmasının ne kadar zor olduğunun farkındaydım. Hayat boyu sevsin sevmesin fark gözetmeksizin alıştığı neyse ona bağlılığını koruyarak devam etmiş biriydi. Alışkanlıklarına öyle sadıktı ki rahatsızlığını hiçbir zaman dillendirmezdi bile. Belki de bundan, daha önce kavga falan etmemiştik hiç. Eğer benden kopmaya cesaret edebildiyse artık alışkanlıklarından bile men edilmişim demekti, yani bu sondu.

Deren iç çekti, bir şeyler düşündü. Muhtemelen ne söyleyeceğini bilemiyordu. “Yeni bir ev bulana dek bende kalabilirsin, söylememe gerek yok.”

“Yeni bir ev bulmam gerekeceğini hiç düşünmemiştim,” diye yanıtladım onu, acı bir gülümsemeyle. Ekleme yaparak devam ettim. “O eve ilk yerleştiğimiz günden sonra her şeyin orada devam edeceğine emindim.”

“Hayata özgünlük kazandıran beklemediğinle seni yüzleştirmesidir zaten,” dedi, bir şeyleri çoktan kabullenmiş bir haldeydi. Kaldı ki büyük payda haklıydı da.

“Öyle, haklısın.”

Büyük bir gürültü kulağımızı neredeyse sağır ettiğinde eş zamanlı olarak başlarımızı sesin kaynağına doğru yönelttik. Bir araba daha hız yaparak geçmişti. Yüzümüzün kendiliğinden buruşmasıyla beraber, havaya bakayım dedim: Güneş de az önceki utangaçlığını bırakmış, bütünüyle kendini göstermeye başlamıştı. Hava artık aydınlığa çalıyor, Deren’in yüzü aydınlanıyor; ellerim, ayaklarım, bana ait olan uzuvlarım ve eşyalarım eski tanıdıklığına geri dönüyordu. Anlaşmış gibi aynı anda iç çektik. Kargalar çirkin sesleriyle eşlik ettiler.

“Uyusak mı?” Çekinerek sordu. Bencil bir arkadaş olmamak için ne büyük çaba sarf ettiğinin farkındaydım, ona bunun için teşekkür etmek istedim ama ertelemek için güçlü bir mazeretim vardı: En içten tükenmişlik hissi. Bundan, sadece başımı aşağı yukarı salladım.

“Olur. Geç sen, geliyorum ben de.”

Ev, insana sıcaklık duygusunu aşılar. Fiziki sıcaklığı balkondan girişte hissetsem de, içimdeki kaskatı hal nedense Deren’in yaşanmışlıklarının sindiği duvarlar arasında az da olsa çözündü. Buradan insan nefesi geçmişti. İster istemez, bir zamanlar Ege’yle bu evde misafir olduğumuz günleri de hatırladım, aklın geçmişe dönüş isteğine meydan okuyamayacak kadar güçsüzdüm. İçimdeki bu tasvir edilemez parçalanmanın sadece bir ayrılık mı yoksa hayatımın değişimlerine olan korkum mu olduğunu anlayamıyordum. Çıplak ayaklarımı parke zeminde sürüp Deren’in misafir odasına girdim, kapıyı kapattım, yine aynı muğlak duygu kalbimdeydi. Bunun en az bir ay falan sürmesi gerektiğini düşündüm, kendime eğer hiç acı duymasaydım her şeyin daha ürkütücü olacağını telkin ederek yatağa vücudumu seriverdim.

Sırtım minderle buluştuğu an uykuya dalmaya hazır gibiydim. Örtündüm. Soğuk dışarıdan ziyade içimde olsa da, kendimi yorganlara sarıp sıkıştırmak istedim. Özgürlüğümü kendi küçük oyunlarımla kısıtlamak, bana ne gibi bir iyilik yapacak bilmesem de o an orada içimi baskılamak istedim. Kafamı yastığa yerleştirdiğim an geçmişten bugüne büyük bir cenazenin külleri arasında öksürür gibiydim. Odanın camından görünen molozlar, zihnimle köşe kapmaca oynamaya başlıyordu. Acıyı duyumsamakta güçlük çektim. Bir oradaydım, salıncağın tekinde bir de uçuştan düşüşlere yol açan kağıttan tüneller arasında bir yabancı maskesiyle… Adın ne senin? Hiç duymadığım kelimeler. Arapça, Farsça? Sümerce, Hititçe? Toz toprağın biçimlendiği yeraltı şehirleri… Yapraklar arasında bir gölet. Su buz gibi, tadı… Bilinmezlik kokusu… Kimliğim eriyor sanki düşten denizde ve adlar ne de kalıplarmış yerimizde. “Buyum!” dediğim her günün intikamı “Bu değilim!” deyişler ve iki dudak arası dişlerin sürtüşmesiyle incecik bir kıyamet. Her an.

Sesler orada başladı.

Anlayamadığım kelimeler kulağıma ilişirken, şu uyku-uyanıklık arası bir hal vardır ya, genelde ruh kendini serbest bırakıp rüyalar arasından rüya seçmeye yönelir; o durumun girdabında sürüklenir haldeydim. İçimdeki katılık çözüldükçe dışım betonla kaplanıyor gibiydi, ben hiçbir hamle yapamazken dudaklarımın belli belirsiz titreyişini hissettim. Aniden, kulaklarımın algısı genişler gibi oldu. Kendimi önce yattığım yatakla, ardından odayla, ardından binayla, sonra adım adım İstanbul’dan Antarktika’ya bütünleşmede hissederken kelimeler hala benden uzaktaydı. Neden anlayamıyordum? Yok, bu insanın gördüğü o hiç bilmediği dildeki rüyalardan değildi, sorun sesteydi.

Söylemek istediklerim yerinde ama yeterince kuvvetli değildi.

Muğlaklığı suya bağladım, ışıltılı kumaşların yüzdüğü su altında kendi sesimi duyamadım. Kulak ver bana. Çözemedim. İçim düğümlendikçe kendimi dibe çektim. Sesi duyuyordum, uyanıktım ama elim kolum bağlıyken kaç yazardı? Kendi kendimi hapsettiğim tutsaklıktan kurtarmak isterken tüm sözlerim harflere bölündü. Yarı bulanık suyun içinde, harfler birbirleriyle anlamsız bir kombinasyonda birleşip kayayı oluşturdu. Hayrete düştüm. Göl tabanı beni kendine çektikçe kumaşlar da önce kayaya; sonra ayak bileklerime bağlanıp düğüm oluverdiler. Rastlantısal bir intihardı bu.

Kendi kelimelerimin harfleri beni gölün dibine batırırken, ses çıkaramadığımı fark ettim. En dipteydim. Havasız ciğerlerimin acısı, beni bir rüyaya taşıyıverdi: Bir ziyaretçiydim.

Uzaktan belli belirsiz seçilen rüzgar gülleri, kızıla boyanmış hava ve boz otlar arasında yürüyordum. Başta yapamasam da tozlu yol kenarına dizili üzüm bağlarını görünce emin oldum. Bozcaada’daki evin yoluydu bu. Yüzümde nedensiz bir gülümseme oluşuverdi. Yıllar olmuştu buraya gelmeyeli. Annem ve babam henüz beraberken her yaz geldiğimiz bu ev, boşandıklarından sonra anneme kalmıştı ama kötü anıları olacak; bir daha hiç gelmemiştik. Varlığını bile unutmuştum buranın, arada arkadaşlarımla “Bir gün kaçalım İstanbul’dan, Bozcaada’daki evde biraz kafa dinleriz,” gibi suya düşmek için yapılmış planlar haricinde hiç gündeme gelmeyen bir evdi. Üstelik şimdi bu yolda yürürken, yolunu bu denli anımsamama bile şaşırmıştım.

Bir de çıplak ayaktım. Anlamsız yaşantılarıma bir madde daha eklendi. Boğazların girişinde, onları korur gibi duran bu küçücük, sevimli adanın pek alıştığı Lodos ve Poyrazlarının etkisinde eteklerim uçuş uçuş oldu. Bembeyaz, bana ait olduğunu hatırlamadığım bir elbiseydi bu. Dokundum, kumaşın hissi o kadar gerçekçiydi ki belki de bir rüyada değildim. Kimi zaman yaşarken, “Bu bir rüya mı?” sorusunu yöneltmek vardır ya; o anlardan birindeydim belki de. İhtimaller fırsatı bulunca birikiverdi. Kafamın içi bu sorularla dolup taşmaya müsaitken bahçe kapısını araladım. Çok büyük olmasa da bir zamanlar bize yeten bu bahçede yıllar önce annemin ektiği çiçeklerin bir kısmı ölmüş bir kısmı ise başkaldırıdaymışçasına rengarenk açmışlardı. Tuhaf buldum bunu: Canlılık büyük kuvvetti doğrusu. Terk edilmiş bir evin bahçesi de olsa, bir zamanlar bizim bahçemizdi burası; özlem gidermek için biraz adımladım. Topraktan gelen serinlik vücudumu yatıştırırken biraz kuş sesi, ileride dönüp duran rüzgar gülleri ve en temelde çekirdekte olma hissi beni beklenmedik bir aidiyete sürükledi.

Lara. Kendi adımı andı dudaklarım, bir yerden okur gibi. Ne çok zaman oldu, kendine dönmeyeli.

Bir başkası dudaklarımı yönetir gibi konuşsa da, sanki o başkası beni benden iyi yönetir gibiydi. Direnmedim. Evin taştan avlusuna doğru ilerleyişte, bu eski Rum evinde ne gibi anıların yaşanmış olabileceğini düşündüm. Belki, anıların sesi sinmiştir diye duvara temas ettim ve duydum da. Birçok yabancı, beni ben yapan yabanlarında içime anılarını doldurdu sanki. Huzur dolu bir nefes aldım. Kendimi seslere bıraktım. Kulağımın dibinde, vızzzzzzzzzzzzz sesini işittiğimde göz ucuyla ona baktım.

Bal arısı. Korkardım arılardan ama o an ondan kaçmak istemedim, orada durmak ve görmek istedim olacakları: Vızıldamaya devam etti, kanatlarını algılamakta güçlük çektiğim bir hızla çarparken biraz daha yanaştı bana. Bekledim, yüzümü derinden bir gülümseme ele geçirdi. Sarı tüylerine temaşa ettim. Daha da yanaştı. Aramızdaki mesafeleri yok etmek ister gibi bir hali vardı. Zeytin dalı imasıyla ona doğru sağ elimi uzattım. Parmaklarımı ayırdığım an bu sessiz anlaşmaya katılmış gibi o da işaret parmağımın üstüne kondu. Kulaklarımdan uzaklaşsa da arının sesi, bu kez tüm göğe dolar gibi yakından geliyordu.

Vızzzzzzzzzzzz, sesi kutlamaya yönelik bir cıvıltı gibi gökten içime yerleşirken arı büyük bir hızla işaret parmağıma iğnesini batırıverdi. Canımın acımasından korkmadım, iğnesinden içime bir “ben” aktarır gibiydi. Onu selamladım.

Bir büyük vızıltıyla yer, gök dağıldı; Deren’in misafir odasında uyanıverdim. Göğsüm içimden çıkmış bir yabancı hisle kafesini çalkalıyordu. Kan ter içindeydim, saatin ilerlemesiyle ışık pencereden içeri dolmuş ve tam da üzerimde yer edinmişti. Gördüğüm rüyanın sarhoşluğuyla kafam bir sızı içerisinde kendi devridaimini yaparken gözüm pencereye ilişiverdi. Nefesimi tuttum.

Bal arısı. Oradaydı ve camın önünde durup beni izliyordu. Vızıltısı, dışarıdan içeriye geçecek kadar büyüktü. Sanki maddesel ortamlar yok olmuş da ondan bana bir aktarım varmış gibi sesini bana bağışladı. İşaret parmağımın belli belirsiz bir acıyla karıncalandığını hissediyordum. Molozları gerisinde bırakmış beni izlemeye devam eden arı, vızıltısını büyülttüğü an kendimi en beklenmedik yolculuğuma başlamış bulmuştum.

Sesler, demiştim değil mi? Uyanıklığımı zedeleyen ilk ses, tam da buydu.