SÜPÜRGE, YAPRAK VE ÇOCUKLAR

 

Sonbaharın sert rüzgârları en çok da çınar yapraklarını düşürmüştü etrafa. Kurumuş bir yaprak; ömrünü tamamlamanın sükûnetiyle, gelen geçenin üzerine basmasını sıradanlaştırmış,  hissizleşmiş öylece duruyordu. Güneş ışınları eskisi gibi içini kıpırdatan duygular yansıtmıyordu yeryüzüne. Kargaların gaklama sesi karga gibi değildi. Yanı başındaki köpeğin nefesi köpek gibi kokmuyordu, salyaları akmıyordu. Uçuşan kelebeklerin kanatlarındaki simli zerrecikler eline yapışmıyordu kimsenin. Kelebeklerin ömrü artık bir gün değil bir yıldı. Ömrünü tamamlayansa geri dönüşüme uçuyor kendi kendini imha ediyordu.

Az ilerde bir temizlik görevlisi vardı elinde ise süpürge. Tam on dakikadır aynı yeri süpürüyordu. Tozları havaya kaldıran süpürge hiçbir elde bu denli incinmemişti. Onu elinde tutan her metal yığını, canından bezdirmişti artık. Aynı yeri en ufak toz zerresi kalmayana kadar abartısız yüz kere süpürüyordu. İçinden sensörlerini kırıp parçalamak geliyordu lakin buna gücü yetmiyordu. Ne eli vardı ne de kolu. Uzun zamandır tek duası iki kola ve iki ayağa sahip olabilmekti. Halbuki bir zamanlar işini hakkıyla yapan eşsiz ustaların elinde mutlu mesut dolanırdı sokakları. Kimi zaman onları gören vatandaşlar kameraya çeker ve belediyeden tebrik mesajı gelirdi. Şimdi ise ne tebrik eden vardı ne kolay gelsin diyen. Ne selam veren vardı ne onu fark eden birileri. Herkes derin bir uykuda gibi herkes tüm gün uyur gezer gibi. “Ah ne günlerdi o günler!” diyerek içini çekti.

Kafasının dibinde vızıldayan sahte arıya baktı. “Amaçsız, tabiatta öylesine yer kaplamak için kopyalanmış minik makinalarsınız siz. Sizi gördükçe gerçeğinizi arıyor gözlerim. Sahteliğin nasıl yavan bir duygu olduğunu siz tattırdınız bana siz! Senin de zamanın azalmış bak kanadında otuz yazıyor. Demek ki ömrün bu kadar. Sadece otuz gün. Sizi fabrika çıkışlı yaratıklar sizi.”

 Süpürge çığlıklarını savururken onu sadece parktaki canlı bırakılmış bir kaç çınar ağacı ve onun yere dökülmüş kuru yaprakları duydu.

“Kederlenme artık dostum. İçim parçalanıyor sen böyle kendini yiyip bitirdikçe. Ben de artık tıpkı onlar gibiyim, ruhsuz yatıyorum şuracıkta. Ruhsuz savruluyorum rüzgârda, ruhsuz bakıyorum, ölü bir balık gibi.”

“Balık mı? Ah ah! Hatırlar mısın bilmem? Bir zamanlar Balıkçı Hasan vardı. En taze balıkları getirirdi pazara. Ben de merakla izlerdim dükkânın köşesinden.

“Gel vatandaş gelllll! Denizden yeni çıktı. Almayan pişman olur, gel vatandaş gell!”

“Levrek kaç lira?”

“100 lira”

“Tart iki kilo.”

“Tartayım hemen yakışıklı ağabeyime.”

“Ah nasıl dertlenmeyim yaprak, sen söyle! Etrafımızı saran şu metal yığınlarına nasıl dertlenmeyim. Senin de bir ruhun var. Sen ruhsuz değilsin sadece depresyondasın ve kaçıyorsun herşeyden. Böyle yapma vazgeçme. Sayımız çok az ama bu bir savaşsa ben hazırım. Elim kolum yok belki ama kalbim var tam şuracıkta bir yerde hissediyorum, atışlarını duyamasam da varlığını tüm fırçalarımla hissediyorum. Söyle bana şu metal yığınları mı canlı yoksa biz mi, hadi söyle hangimiz daha vicdanlıyız? Hangimiz daha hisli? Hangimiz daha duyarlı?”

“Offf of! Doğru söylüyorsun. Kaçmak kolay. Ben kolay olan seçtim.”

Tam o sırada yaklaşan birilerinin ayak seslerini duydular. İkisi de çok heyecanlanmıştı. İnsana aitti bu ayak sesleri. Bir anne ve küçük kızına.

Küçük kız sevinçle kuruyan yaprakları havaya savurdu. Bir kere daha, bir kere daha, savurdukça savurdu. Savurdukça kahkahalar attı.

“Anne bak anne! Yaprak yağmuru yaptım. Anne bak!”

Annesi göz yaşlarına hakim olamadı. Kısa süreli de olsa kızının mutluluğuna şahit olmak muhteşem bir duyguydu bir o kadar da insancıl. Lakin karşısında gördüğü ağaçların yakında katledileceğini bilmek çok acıydı. İlk ağaç kesildiğinde yeteri kadar tepki koyamadığı için son ağaç katledilene kadar gözünün önünde işlenen cinayetleri izleyecekti. İşte en çok da bu çaresizlik onu kahrediyordu.

“Gel hadi Mina, eve dönmemiz lazım.”

“Anne biraz daha lütfen!”

“Olmaz Mina, ceza yeriz biliyorsun. Açık alanda bitkilerle on dakikadan fazla vakit geçirmek yasak. “

“Ama bunlar kurumuş yapraklar anne, bitki değil ki.”

“Biliyorum yaprak olduğunu fakat canlı bir ağaçtan dökülmüş yapraklar onlar. Çok özel ve pahabiçilmez.”

Küçük kız “Tamam anneciğim.” dedi. Etrafına çaktırmadan bir adet yaprağı çantasının içindeki çok özel bölmeye koydu. Çocuklar kendince yöntemler geliştiriyorlardı. Kendilerine sinyal kesici materyaller hazırlayıp bunları çantalarının gizli bölmelerine koyuyorlardı. Eve canlı bitki getirmek yasaktı. Bahçelerde bitki beslemek yasaktı. Tıpkı hayvan beslemenin yasak olduğu gibi. Neymiş isteyen yapay zekayla hazırlanmış hayvanları sahiplenebilirmiş.

Küçük kız ve annesi eve döndüler. Kapıdan eve giriş kartlarını bastılar. “Vaktinde eve döndüğünüz için on puanınız kartınıza yüklenmiştir.” diye sesli bildirim geldi.

Küçük kız içten içe gülüyordu. Eve getirdiği yaprağı tarayıcı görmemişti. Çantasından kuru yaprağı nazikçe çıkardı. Onu öptü. Dakikalarca sevdi. “Sen harikasın” dedi yaprağa. “Sen bir tanesin. Sen çok özelsin.” Yaprak neye uğradığını şaşırdı. Bu kadar değerli olduğunu  uzun zamandır hissetmemişti. Annesi yemeğe çağırdı.

“Geliyorum anne.” dedi ve yaprağı incitmeden yatağının üzerine koydu.

“Anne benim bir fikrim var.” dedi. “Daha doğrusu benim gibi düşünen arkadaşlarımla ortak fikrimiz.”

“Neymiş çok merak ettim doğrusu.”

“Savaş”

Annesi korkarak “Savaş mı?” diyebildi.

“Evet savaş. Metal yığınlarına karşı savaşacağız.”

“Aklınızı mı kaçırdınız? Neyle savaşacaksınız?”

“Aklımızla anne ve de kalbimizle”

Bu cevap karşısında annesinin içinde yanan ateş daha da büyüdü. Bir yandan çok korkuyordu. Bir yandan da gelecek günlerin daha da kötü olmasından dolayı endişe ediyordu.

“Peki nasıl olacak?”

“Makinaların en  hassas yerlerini bulduk. Ve onları nasıl durduracağımızı da.”

 “Ne zamandır bunu planlıyorsunuz ?”

“Son üç yıldır.”

“Sen daha on iki yaşındasın kuzum.”

“Anne biz kodlama eğitimleriyle büyüdük unuttun galiba.”

“Planınız nedir?

“İşte onu söyleyemem, sabah erkenden parka gitmemiz lazım.”

 Gece Mina’nın annesi stresten uyuyamadı. Kafasında farklı farklı senaryolar kurdu, düşündükçe daha çok strese girdi. Bir ara dalmıştı. Kabuslar görerek uyandı. Sonunda sabah oldu. Mina kendinden emin ve oldukça sakin görünüyordu.

Evden parka doğru çıktılar. Sadece on beş dakikaları vardı. Etraf oldukça sakindi. Güneş daha yeni doğmuştu. Parka vardıklarında makinalar gruplar halinde parkta bekliyordu. Arılar kelebekler sinekler martılar havada asılı duruyor. İnsanımsı robotlar ise sabit bir noktaya bakıyor, öylece bekliyordu. Mina’nın hemen arkasından arkadaşları geldi. Her robota bir çocuk yetecek kadar sayıları çoktu.

Mina çınar ağacına sarıldı. Ondan kurumuş yaprakları almak için izin istedi. Temizlik görevlisi robotların yanlarında getirdiği süpürgeleri çocuklar ellerine aldılar. Süpürgelerin içinde elleri ve kolları olması için dua eden kederli süpürge de vardı. O kadar mutluydu ki tüm bu olan bitene inanamıyordu. Bir rüyada gibiydi. Sonunda gerçek kahramanların elindeydi.

Çocuklar insanımsı ve hayvanımsı tüm robotların kalbini açtılar. Üçe kadar saydılar ve yerdeki tüm kurumuş yaprakları süpürgelerle kaldırıp robotların kalbine doğru süpürdüler. Bol rüzgârlı bugünde uçuşan her yaprak yüzlerce parçaya bölündü bölündükçe ufaldı ufaldıkça toz zerreciğine dönüştü. Metal kalplerin ulaşılması en zor parçalarına ulaştı.  O an gökteki yapay güneş söndü. Her yer karanlığa büründü. Ve çocuklar asla durmadı, yapaylık perdesini kaldırıp attı, daha aydınlık günler için.