Günahlar Ve Kurbanları

Leyla Süveyda’ya geldiğinde, Süveyda’dan istediği dikkati alamamıştı. Süveyda onu o kadar umursamıyordu ki, ona bir misafir gibi davranmıyordu bile. O içeri girince yokmuş gibi kitabını okumaya devam etti. Varlığı ona uzun zamandır keyif vermiyordu ama artık rahatsız da etmiyordu.

Leyla gelmeden önce defalarca kafasında cümleler denedi ama bir türlü doğru kelimeleri yanyana getirip istediği etkiyi yaratacak cümleler bulamıyordu. Süveyda’nın bu yeteneğine imreniyordu. Her durumda olayları değiştirebilecek cümleler kurabilirdi. Kelimeler adeta onun köleleriydi. Bir emri ile sıraya dizilip insanı dansa kaldırabilen bir şarkı da olabilirlerdi, insanı ölüme sürükleyebilecek bir şiir de. Yetenekli bir hokkabaz gibi harfleri havaya atıp tutabiliyor, onlarla oyun oynamayı çok iyi biliyordu. Leyla’nın Süveyda’da en çok imrendiği şey buydu.

Süveyda Leyla’nın düşünceli halini fark etti. Bir an önce zehirini akıtıp gitmesini istedi.

“Sergi hakkında konuşmak için mi geldin?”

“Yo, şey... Hayır.”

İşte kekelemişti korktuğu şey başına geliyordu. Komik duruma düşmek, hem de böyle bir günde en son isteyeceği şeydi.

“Seninle başka bir konuyu tartışmak için geldim.”

Süveyda Leyla’nın bu heycanına anlam veremiyordu.

“Sen affedicisin Süveyda. Benim tersime. Ben emin olamadım. Onu da affedecek misin? Bunu bilmem gerekiyor.”

“Sidar’dan mı bahsediyorsun? “

Leyla kekelemekten, çenesinin titremesinden sıkıldı, bir an önce onu anlamasını istedi, mümkün oldukça az konuşmak istedi.

“Tenini başkasına teslim etse bunu affeder misin?”

Süveyda’nın nefesi kesilir gibi oldu. Ne olmuştu böyle? Yeni bir ölüm müydü bu? Bu seferki katil kimdi peki? Başı dönmeye başlamıştı, elleri titredi, cebine koydu, bunu anlasın istemedi. Yutkundu. Sesi alçalmıştı. Uzun bir sessizikten sonra konuştu:

“Affeder miyim, bilmiyorum. Ama anlayabilirim.”

Leyla artık titremiyordu. Ona kafasını çevirdi.

“Nasıl yani?”

“Yani aşk böyle bir ten yabancılaşmasından terk etmez diyorum. Etse etse o kadın terk eder aşkı ve adamı. Ama aşk orada kalır. Aşk tende mi gördü onları? Değil. Kalpteydi aşk. Ve kalbe başkası girmeden neden terk etsin ki?”

“Aldatmayı nasıl böyle nahifleştirir, savunursun? Aklım almıyor!”

“Affetmek farklı, anlamak farklı. Kimisi onu her öptüğünde aklına gelecek diye korkar, kimisi de gururuna yediremez ve affetmemeyi seçer. Ama herkes anlayabilmeli. Ten ile kalp hep bir yürümeyebilir. Bu yine de aşkın yok olduğu anlamına gelmez. Kalbi benimle olmayan bir adamın aldatması da şart değil. Eğer gönlü benden gitmişse bedeninin yanımda olmasının ne değeri kalır? Mesele aşkı için yanımda olması. Kalbi dışında hiçbir mecburiyet bağı yok.” 

İşte Mısrayla burda ayrılıyoruz diye düşündü içinden. 

“Ama kalbe başkası girince affedilmez mi, Süveyda?”

“Edilmemeli. Bunun aması da olmamalı.”

“En başta aldatan sendin o halde! Sen doluyken, neden ona yer vereceğine dair umutlar verdin? Onu neden günlerce aramadın? Nerde olduğunu merak etmez mi insan?”

“Neden Leyla? Sen çok daha güzelsin Leyla. Yemin ederim yüz hatların benimkinden daha dikkat çekici. Eğer biraz sakin kalsaydın bunu fark etmiştin. Şavaş zırhlarını kenara koy, geç aynanın karşısına bak kendine. Sen ender bir güzelliksin.”

“Bunu duymaya ihtiyacım var sanıyorsun, öyle mi? Böyle mi duruyorum? Özgüvensiz küçük bir kız.” Leyla daha da sinirlendi, gözleri dolmuştu. 

‘Buraya zaferini kutlamak için gelmiş olmalıydım, öyle değil mi? Sonunda biri Süveyda’yı değil beni tercih etmişti. Neden ağlıyorum, neden başım dönüyor?’ Bulunduğu yere oturdu, sessiz kaldı. Leyla daldığı noktadan gözünü ayırdı, silkelendi. Gözünü kısıp ona bakmaya başladı. İşte büyük bir sırrı çözmüştü. 

“İşte şimdi görüyorum. Buna ihtiyacın vardı. Başka türlüsü olmadı. Daima kendini yanlış, eksik, defolu hissettin. Yakıştıramadın kendini ona. Çünkü o doğruların prensiydi. Onu kendinle aynı mertebede görüyorsun şimdi. Çok rahatlamış olmalısın. İşte bu! Denksiniz artık. Evet artık kendini ona bırakabilirsin öyle değil mi? Çünkü onun da artık en az senin kadar eli kana bulandı. Senin Mehmet’i terkederek kan reva içinde bıraktığın gibi o da seni benim ile kanattı. Ona gönül rahatlığıyla ruhunu teslim edebilmek için bir katile dönüştürmen gerekti, öyle değil mi? Baştan beri amacın buydu evet. Nasıl fark edemedim. Ben nasıl göremedim oyun içinde oyunlarını. Beni, bile isteye bu raddeye getirdin! Sen, sen! En yakın arkadaşının aklına kendi kocanı soktun. Akıl oyunları oynadın, zihnimi ele geçirdin. İyi de duygularıma nasıl hükmedebildin? Ama hakkını vermeliyim, bu tür oyunlarda çok başarılısın!”

“Küçücük haline aldırmadan büyük büyük konuşmaya nasılda cesaret ediyorsun Leyla. Bu kendini kocaman gösterme çırpınışını bir türlü saklamayı beceremiyorsun. “

Süveyda ona yaklaştı. 

“Benim aldatılmamı neden istedin Leyla? Bana bu hissi neden tattırmak istedin? Oysa sen hiç aldatılmadın.”

Leyla’nın yanına oturdu. Bu sefer çok sakin ve durgundu Süveyda.

“Belki beni ölüme sürüklemek istiyorsun. “

Başını Leyla’nın omzuna dayadı. Leyla hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. 

“Ölmek Leyla. Belki de yaşamak ölümde gizlidir? Bazı insanlar yaşamda ölümü yaşarlar ve karşılık olarak da ölümde yaşamı bulurlar belki?”

“Neden aramadın onu Süveyda, neden merak etmedin?”

Uzun bir sessizlik çöktü.


“Ne zaman iyi oluruz ne zaman kötü? Kötülük insana sonradan bulaşan bir şey mi? Bir çoçuk mesela, katil olabilir mi? Kötülüğün yaş ile alakalı olduğunu sanmıyorum. Peki bir katil nezaman kötüdür? Diyelim ki, bir adam ülkenin kralını keserek öldürüyor. Onu asmalı, o katili cezasız bırakmamalı. Ama ya o katili kralı öldürmesi için ailesiyle tehdit ettilerse? Mecbur kaldığı için bu yolu seçtiyse, yine de kötülük olur mu? Ya bu katile vereceğimiz cezaya ne demeli? Adam öldürdü diye adam öldürülür mü? Öldürülür. Görüyoruz. Söylesene bana, bir katile kötü diyebilir miyim? Ya iyiler, kime iyi deriz? Nurten teyze kendisine pazardan aldığı poşet dolusu sebze meyveyi taşımasında yardım eden bu genç kız için ‘ah ne iyi kalpli bir kız’ diyebilir. Söyler misin bana Nurten teyzeciğim, bu bir kilo elma, iki kilo domates ve dört adet limonu taşımanda yardım eden kız, ya hırsız ise aslında? Biliyorsun, bu benzetme işlerinde iyi değilim, başka bir örnek vereyim. Gazetelerde yaptığı yardımlar ile boy gösteren bu adam -bir ablamıza göre hala böyle insanlar olduğu için yaşanır bir yermiş dünya- her ay düzenli olarak çocuk yetiştirme yurtlarına ve kadına destek kurumlarına yüksek miktarlarla destek oluyor. Ne güzel bir adam, değil mi? Bu güzel adam her gece karısını ve çocuğunu dövdükten sonra, sırf vicdan azabından kurtulmak için yapıyorsa bağışları peki? Ya da kumardan ve uyuşturucudan kazandığı parayla yapıyorsa bu bagışları, yine de ‘ah ne güzel ne iyi bir adam’ der miyiz? İyiliğin sebebi veya kökü çok temiz değilse, iyilik olmaktan çıkar mı sonuç olarak? Ve yapılan kötülüğün sebebi, korumak ise bir şeyleri, birilerini bu yine de kötülük olur mu sonuç olarak? Küçük iyilikler büyük kötülükleri örter mi? Küçük sevaplar büyük günahları affeder mi?”

“Bizler ne iyi olacak kadar iyi ne de kötü olacak kadar kötüyüz aslında Süveyda. Herkes biraz iyi ama biraz da kötü. Bir dilenciye elli kuruş vermek ne kadar iyilikse, o kadar iyi, arkasından da ‘dua et bana, bugün işlerim yolunda gitsin’ demek ne kadar kötülükse, o kadar kötüyüz işte.”

“Bana göre dünyanın kötüleri üçe ayrılıyor Aziz. Gözle görülen kötüler var hayatta. Hepimiz tanırız onları. Ve yapıp çok iyi saklayanlar var. Ama bir yerde illa paçayı ele veriyorlar. Uzun da sürse onları da tanırız. Bir de kendini çok iyi kamufle edenler var. Bir ömür yanında olsan dahi anlamazsın ama aslında fırsat verilse dünyayı yakarlar! Çok önemsizleştiriyoruz ama nasıl tehlikeliler bir bilsen. Hiç önlem almıyoruz cancağızım hiç! Şu kurulu düzen olmasa hepimizin gerçek kişiliği gün yüzüne çıkardı. Öldürmek suç ilan edilmemiş olsa, kim bilir kaç cinayetimiz olurdu. Her birimizin! Ödüllendirileceğimize inanmasak bir kedinin bile başını okşamayız. Yaptığımız en ufak iyiliği görsünler ve görüp övgüler yağdırsınlar diye büyük büyük sergileyerek yapıyoruz. Ölümden sonra başka bir hayatın var olmadığını kanıtlasa biri işte herkes kendi olacak. Cennet ve cehennemin bir yalandan ibaret olduğu çıksa ortaya ve varlığından umudumuz kalmasa artık, durum ne olurdu, samimiyetle söyler misin? Ama hepimiz rol yapıyoruz hepimiz! Birbirimizi kandırıyoruz ve hatta kendimizi bile. Allah’ı kandırıyoruz!

Artık susmayalım. O kadar söyleyelim, haykıralım ki tüm gerçekleri, dilimiz dolansın, soluksuz kalalım. Konuşmaktan çenemiz düşsün. Sustuklarımın intikamını almak istiyorum böylelikle. Onların başlarını ağrıtalım konuşmaktan. Dayanamayıp klişeleşmiş bahanalerini kullanıp kurtulmak istesinler artık.”

Aziz, Süveyda’nın yüzünü avuçladı.

“Ah Süveyda! Neden bütün insanlıkla bir tutuyorsun kendini? Sen bununla başa çıkamazsın!”

Aziz, Süveyda’nın ellerini yüzünden çekti. Göz göze geldiklerinde Süveyda’nın ruhsuz bakışlarıyla karşılaştı. İlk defa böyle görmüştü onları.

“Mısra, tablonun neresindeydi Aziz?”

Aziz Süveyda’nın bu duygu ve düşünce değişimini takip edemez oldu. 

“Bakışları, o yorgun bakışlar Mısra mıydı? Yoksa uzun ve ince elleri mi? Belki de dudakları onundu, bilmiyorum. Bir kızcağızın yıllarca biriktirdiği, umutla toparlayıp derlediği yazıları sonunda paylaşınca kimse tarafından kaale alınmaması gibi. Anlıyor musun Aziz? Hiç anlaşılmamışım meğer. Yazık olmamış mıdır kelimelere? Ne büyük haksızlık! Ben kendimi yok ediyormuşum Aziz, kaybediyormuşum. Sen haklıydın.”

Aziz anlamakta zorluk çekiyordu. 

“Aldatan aldatılır dememiş miydin? Ben de Sidar’ı Mehmet ile aldatmadım mı yıllarca? Belki de Mehmet’i Sidar ile aldattım. Hangisi aldatılır? Giden ama kalpte kalan mı yoksa gelip kalbe girmeye çalışan mı?”

Uzunca düşündü Süveyda.

“Sanırım her ikisi de.”

Aziz Süveyda’nın yüzünü okşadı.

“Şimdi koşsalar da yakalayamazlar seni, araştırsalar da keşfedemezler seni, yalvarsalar da bulamazlar seni.”

Aziz durumun nasıl buraya geldiğini merak ediyor, Süveyda için endişeleniyordu. Süveyda yerinde duramıyordu.

“Artık ne anılarım ne hatalarım beni caydırabilir. Bütün hislerim bütün gücüyle kontrolümde olacak. Ellerime bulaşan kanlardan sonra hangi ihtimale umut bağlayabilirdim ki zaten, hangi gerçeklikten bahsedebilirim hala? Hangi içtenliğe inanabilirim söyle? Hangi? İşte ben daha çok çirkinleştiğimi görmeden bugün karar verdim. Geleceğimin ormanında bir yaprak kadar bile yeri olmayacağına, benim değil gökyüzüm, gökyüzümdeki solmuş bir yıldız kadar bile var olmayacağına karar verdim. Ona olan tüm ümitlerimi, kendimden bile sakladığım ümitlerimi göğe salıyorum. Gizli gizli utanarak biriktirdiğim ışıklarımı söndürüyorum. Yok ol aşk. Artık yok ol.

Kime neden hak vereyim ben Aziz? Nerede ölmeliydim? Geç mi kaldım?”


Aziz, Sidar’ı beklemediği kadar çabuk buldu. Sidar bulunmak istediğini bu kadar belli etmemeliydi diye düşündü Aziz.mÜniversite yıllarında resimlerinin çoğunu aynı göl kenarında yapıyordu Sidar. 

Sidar, resimlerinde Aziz’in aksine uzun saatler harcardı. Her bir dokunuşunu yeni doğmus bir bebeği okşar gibi, şefkatle, dikkatle yapardı. İbadet edercesine resim yapmasını gurur dolu izlerdi Aziz. Belki de bu yüzden, Sidar’ın sadece sanatçılığını değil, bütünüyle varoluşunu bir dua sebebine bağlardı. Bunca sabır ile oya oya işlemeye hazır, içinde biriktirdiği bu sevginin başka ne anlamı olabilirdi ki? Bir kız çocuğuna baba olmak için hayatını adamasını beklerdi. Ama kader ona Süveyda’yı bağışladı.

Sidar, Aziz’in gelmesine bir türlü anlam veremiyordu.

“Sana hesap vermem gerektiren şey ne Aziz? Sen ve Süveyda ne Aziz? Senin dert ettiğin şey ne? Ben miyim? Benim ruh halimi mi merak ediyorsun? Bana iyilik yapmak peşinde misin?”

“Sidar, konu bu değil. Biliyorsun.”

“Neyi Aziz? Hangi çirkinliğine beni ortak etme peşindesin söylesene? Beni neye ikna etmek istedin? Evet ben sandığımız kadar ak değilmişim. Ancak bu bana bunu hak ettirmez. Ne düşünüyorum, biliyor musun? Belki de seni öldürmeliydim, hazır elim kirlenmişken he? Madem ortak oldum bunu da yapabilirdim.”

“Sidar, konu bu değil.”

“Konu. Konu asıl ne biliyor musun? Senin bir türlü akıllanmaman Aziz. Başına ne geldiyse bu gereksiz cesaretinden geldi işte. Kendinde haddin olmayan her işe hep yorumunu katman gerektiğini hissettiren ne oldu? Başlarda bu huyuna hayranlık duysam da zamanla aslında bunun seni ne kadar düşük bir karaktere çevirdiğini gördüm.”

“Ona bir öfke mi biriktirdin içinde? Bu öfke mi engelledi seni? Bu kadar yol gelmişken duraksayıp affalaman bu yüzden mi, Sidar?”

“Aziz, ben kendimi bildim bileli rezil olmamak için çaba sarf ettim. İlk okuldayken bile sınıf arkadaşlarım bir nezle yüzünden günlerce hasta raporuyla evde kalırken, ben hastalığım yatmamı gerektirmediği takdirde asla okuldan geri kalmadım. Küçük bir çocuk neden dürüst olmak için bunca şeyden vazgeçer ki? Askerden önce arkadaşlarım bana bir veda gecesi düzenlediklerinde bile içki içmedim. Dışarıda sarhoş olmama bile izin vermedim. Kendimi unutup olmaması gereken bir şeyler yapmaktan korktum. Hep ayık gezdim ben. Hiçbir zaman bana yakışmayan şeyler yapmadım, çizgimi aşmadım asla. Müşkül duruma düşmekten ödüm koptu. Bu uğurda neler kaçırdım, bilmiyorum bile. Canla başla çalıştım hep. Yanlış anlama, birinin gözüne girebilmek değildi amacım, bütün bu çabam geriye dönüp baktığımda utanacağım bir şeyler hatırlamamak içindi. Kendim için doğru olmaya çalıştım. Kimisi bunu anlamadı, yalakalık ile suçlandım. Kimisi takdir etti, beyefendi olduğumu söyledi. Sadece iyi olmak değil, iyi kalmak istedim. Ama bak şu halime düştüğüm şu duruma bak! Ne rezil bir adama dönüştüm! Hayalini bile edemeyeceğim kadar düştüm. Ne yapmalıyım artık? Beni artık ne kurtarır?”

Aziz ile göz göze gelince ondan ne kadar nefret ettiğini tekrar hatırladı.

“Biliyorum Aziz, sen bile beklemiyordun. Biliyorum. Böyle derin duyguların içine tekrar düşebileceğin aklına bile gelmezdi. Yaşarken bile inanamadın değil mi? Ben seni bu kadar iyi bilirken nasıl görmem diye kendimi hırpaladım, meğer senin bana oynadığın yokmuş. Kendin bile keşfedememiştin, değil mi? Kendin bile beklemedin kendinden. Belkide ortaya çıkartmanda büyük rolü ben oynadım. Ne olarak gördün peki? Büyük bir şans, büyük bir bela, büyük bir günah? Büyük kocaman bir ne derdin söylesene? Büyük biliyorum. Bu her ne ise yeterince büyütemeseydin bu denli bir patlamaya yol açmazdı, öyle değil mi? Sesi bu kadar yankılanmazdı. Hislerinin basit ve ucuz olmadığını böyle kanıtlıyorsun bizlere. Dillere dolanan bir sergi ve başyapıtı ile. Onlarca insan merak içinde kıvranırken ne elde ettin peki? Akın akın gelen insanlar, tablonun sahibi olmak için servet dökmeye hazır olan onca insan var olunca hafifleyecek mi sandın günahın? Tabloya hayranlık duyan insan biriktirince seni anlamamı mı bekledin? Böyle mi örteceksin ayıbını? ‘Bak onlar da bu şahesere karşılıksız kalamadı mı demek istedin’? Seni anlamamı başka biçimde bekleyemezdin çünkü. Öyle değil mi? Bu gösteriyi de sırf bu yüzden hazırladın. Günlerce haftalarca uğrastın beni bitirmek, bizi bitirmek, kendini aklamak için, çünkü kendine ancak bu denli gösterişli bir kurtuluşu laik gördün. Sen hep iyi savunmalar hazırlamayı çok iyi başarıyordun, Aziz. Ama yancıların ve sen bu ayıbını örtemeyecekseniz. Her şeyi ilan etmek için bu kadar şova gerek var mıydı? Ama altı sana yakışmazdı, değil mi? Ünvanına yaraşır bir hareketti tebrik ederim.”

“Sidar, gözünde bu kadar önemsenecek ne gördün bilmiyorum. Ama umarım bu halin…”

“Biliyorum, birbirimize benzediğimizi düşünüyorsun. Değil Aziz, Süveyda’ya ben değilde sen çarpsaydın da onun yanında sen olmazdın. Sen böyle ağır bir sevda ile başa çıkamayacak kadar kendine düşkünsün. Fazla fazla önemli duyguların var, bunları Süveyda’nın da önüne koyarak onu ikinci hatta üçüncü sıralara koyacaktın ve Süveyda buna katlanamayacaktı. Senden gitmesi çok kolay olacaktı. İnsan hayal kurarken mantığıyla hareket etmez bunu bildiğim için senin bu geleceğe yönelik bir yatırım olarak görüpte attığın adımı alay konusu etmeyeceğim. Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim; sen sandığın gibi bir kahraman olmayabilirsin Aziz. Belkide seni bekleyen, kurtarman gereken birileri yoktur, belkide sen kendi senaryonda kurtarılması gereken bir kurbansın ve dahası belkide bu kahramanını çoktan kaçırdın. Her ne kadar bu rolü kendine laik görmesen de bunu düşünmeni öneririm. Kaçırdıklarını yakalamaya çalıştığını görüyorum, ama karıştırıyorsun Aziz.”

“Hiçbir şey bildiğin yok, Sidar. Uzun uzun teoriler kurmana canım çok sıkıldı doğrusu. Belli ki uzunca bir zaman bu düşüncelerin içindeydin. Yoksa bir tablodan bu kadar konu çıkartabileceğine inanamam. Evet tablonun anlatmak istediği çok şey var. Belki de benim bilmediğim konuları da vardır. Ama senin bu anlattıkların konu dışı. Tablonun dışına kaçıyorsun Sidar. Bu anlattıkların sadece senin dileklerin, gerçekler değil. Böyle ikna edici konuşarak beni bile inandırmaya mı çalışıyorsun? Ve sen gerçekleri duymak istemeyecek kadar bağımlısısın Süveydan’ın. Çünkü canını acıtacak biliyorsun. Ben olsaydım… Eğer o gün, o sokaktan geçen, o arabadaki ben olsaydım, söylediğin gibi olmayacaktı. Buna adım gibi eminim. Bana kızgın olduğunu görüyorum, beni anlamanı beklemiyorum. Beni en iyi belkide bir tek sen anlayabilecekken üstelik, bunu senden beklemiyorum. Çünkü seni yeterince iyi tanıyorum, Sidar. Kendime benzettiğim kişi artık sen değilsin Sidar. Belkide bu yüzden. Bana benzediğini düşündüğüm için, onda kendimi gördüğüm için…”

“Çok karıştırıyorsun Aziz. Hayatına renk vermek isterken bizim renklerimizden almana izin vermeyeceğim. Süveyda benim Aziz! O benim yaşamım. O benim ölümüm. Hem celladım hem de kurtarıcım. Ne hissedeyim? Ne yapayım? Önce öldürmeye kalktı diye intikam mı almam gerek? Sonra kurtardı diye minettar mı kalmam gerek? Ne bu şimdi? Neden bu kadar uçlara savruluyor? Beni de beraberinde götürdü işte. Benim yoldan çıktığım yok Aziz. Benim yönümü belirleyen o oldu. O istedi benim savrulmamı.”

Sidar bu kadar aciz bir duruma düşmemesi gerektiğinin farkındaydı, ama bir türlü kendini susturamadı. Aziz’in hiçbir şey olmamış gibi davranması mı yapıyordu bunu? Her seferinde insanı konuşturmayı başarıyordu, üstelik bunu kılını kıpırdatmadan başarıyordu. Bu umursamazlık insanda anlatma isteği uyandırıyordu. ‘İşte Süveyda’nın da düştüğü oyun bu oldu’, diye geçirdi içinden. Onu etkilemediğini gördüğünü sandı, bu boş ve yaşlı bakışları umursamadığını gösterdi. Süveyda ona kendini açmakta bir sakınca göremedi demek, tıpkı şu an bende olduğu gibi. Aziz ne beyazlığını ne de siyahlığını açık etti, o hep gri durdu. 

“Takip edemedim işte. Kal diye yalvarırken kalacak güçte olmayan ben oldum.”