METALDEN HAYATLAR
"Şehir çok güzel, değil mi?"
Başımı kaldırıp önümüzde uzanan ışık denizine bakıyorum. Binalarda yanan ışıklar, araçların farlarıyla karışarak turuncu ve kırmızılarla dolu bir tabloyu andırıyor. Gülümseyerek kabanımın yakalarını düzeltiyorum ve omzuna yaslanmadan hemen önce "Çok güzel," diye katılıyorum ona.
Başını saçlarıma yaslarken iç çekmesini, göğsünün şişmesini ve sonra yavaşça havayı dudaklarından buhar olarak üflemesini izliyorum. Kolunu omzuma sarıp kaldırımdaki kalabalıktan uzaklaştırmak için beni kendine çekiyor.
Mağazaların cezbedici özelliklerini hologramlar kullanarak anlatan insan kılığındaki robotları itip sağa sola yalpalayarak caddeyi geçiyoruz. Yemek için yer ayırttığını söylediği restoranda bizi yine aynı robotlar karşılıyor. Onları görmek her defasında sinirlerimi bozuyor. Söz konusu teneke yığınlarını normal insanlardan ayırmak artık neredeyse imkânsız. Gözlerinden ya da ellerinden bir hologram görüntü açana kadar bizden biri olduğunu sanıyorum.
Sandalyemi çekip yerleşmemi bekledikten sonra karşıma geçip oturuyor. "Buranın etli yemekleri çok güzel oluyor," diyor menü olarak önümüze yansıtılan hologramı aramızda kaydırırken.
Menüyü yansıtan robotun geriye yatırılmış saçlarına bakıyorum. Kravatı, beline yerleştirdiği eli, bizi beklerken yüzüne yerleştirdiği gülümseme… Hepsi gerçek gibi.
"Sen seç." Yerimde kıpırdanırken omuz silkiyorum. "Ben hepsini yerim."
Başını hafifçe geriye yatırıp kahkaha atıyor. "Bakıyorum da iştahın yerinde."
Gözlerimi kısıyorum. Hologramda bir şeyleri işaretleyip robotu göndermesini bekledikten sonra çenemi ellerime yaslıyorum. "Baksana, bu kadar çok restoranı nasıl buluyorsun?"
"İnternete bakıyorum canım."
Parmağımı suçlayıcı bir şekilde burnuna doğrultuyorum. "Hayır, yalancı," diyorum gülümsememi bastırmaya çalışarak. "En iyi yemeklerini de biliyorsun. Hepsini tatmış gibi!"
Gözlerini devirip ateşi görsel efektten ibaret şamdanı hafifçe sağa sola kaydırıyor. "Yorumları okuyorum."
Nefesimi tutuyorum. "Yapay zekâya soruyorsun, değil mi?" Keyfim kaçıyor. Kollarına taktıkları robotlarla masalara geçen insanları izlerken arkama yaslanıp dudaklarımı dişliyorum. Tad eşleştirmesi de son teknoloji özelliklerden biri. Her restoranın yemekleri yapay zekâya tanımlanıyor, robotlar tad sensörleriyle damak zevklerine göre yemekleri eşleştiriyorlar.
"Güneşim, sence de biraz abartmıyor musun? Teknolojiden faydalanıyoruz alt tarafı."
Önümüze yerleştirilen aperatiflerin üstünden ona bakıyorum. "Yediğimize içtiğimize robotlar karar veriyor. Bu kadar basit eylemleri bile onlara soracaksak insan olmanın ne ayrıcalığı kalır?"
Kolunu sandalyenin kenarına yaslayıp alnını sıvazlarken "Bir ayrıcalığı yok zaten," diye homurdanıyor. "Bizim yapabildiklerimizin yanında yapamadıklarımızı da yapabiliyorlar. İnsan olmak çok da önemli değil."
Nefesimi tutuyorum. Üniversitede yaptığı çalışmalar yüzünden yapay zekâya ve robotlara karşı büyük bir sempatisi olduğunu biliyorum ama böyle bir şeyi söyleyebilmesini aklım almıyor.
"Gerçek bir varlığı olmayan bu demiri ve çeliği, beni sevdiğin gibi sevebilir misin?"
İç çekiyor. "Güneş…"
"Doğruyu söyle. Gerçekten insan ve robot arasında bir fark kalmadığını mı düşünüyorsun?"
Garsonumuz olan robot siparişleri nazikçe masaya yerleştirirken onu işaret ediyorum. "Şuna bak! Sırf kodlamasında öyle yazıyor diye gülümsüyor. Neden gülümsediğini, bunun ona ne hissettirmesi gerektiğini bile bilmiyor."
Sandalyesinde doğrulup genişçe açtığı gözleriyle "Güneş!" diye uyarıyor. Buruşturduğu yüzüyle garsondan özür diliyor. Robot gidince bana bakıyor. "Ayıp ediyorsun."
"Ruhu olmayan bir şeyin duygularını inciteceğimden korkuyorsun," diyorum gülerek.
"Doktorun söyledikleri yüzünden böyle yapıyorsun."
İkimiz de susuyoruz. Sessizliği diğer masalardaki konuşmalar ve arka planda hafifçe çalan klasik bir müzik dolduruyor. Yüzümü sıvazlıyorum. Neden bu konuyu açıyor ki? Uykularım yeterince kaçmıyormuş gibi iştahım da kaçıyor.
Uzanıp masanın üstünden ellerimi tutuyor, dudaklarına götürüp nazikçe öpüyor. "Özür dilerim canım. Öyle demek istemedim."
Birbirine kenetlenen ellerimize bakarken "Önemli değil," diyorum. "Zaten haklısın. Tek düşünebildiğim doktorun sözleri."
Üç hafta önce haftalardır süregelen baş ağrılarım ve görme bozukluğum için doktora başvurmuştum. Hastaneye mümkün olan en son çare olarak gitmeyi adet edinmiştim çünkü doktorların hepsi, özellikle de yeni nesil doktorların hepsi, robottu. Katlanılmaz hâle gelen ağrılar olmasa önünden geçmeyeceğim hastaneye gittiğimde de sonunda benimle ilgilenen, o robotlardan biri olmuştu.
"Düşündüğün kadar kötü değil," diyor ellerimi tutmaya devam ederken.
Çatık kaşlarımın altından ona bakıyorum. "Dalga mı geçiyorsun?" diyorum gergince.
Doktor Yasemin, tamamen yapay bir robot olmasına rağmen insanlar çağından kalan çiçeklerin ismini kullanmasını her zaman ironik bulmuşumdur, bunun normal olduğunu söylüyor. Gergin olabilirmişim. Ama o ne biliyor ki? Sahip olduğu bütün duyular insanların taklidinden ibaret. Üstelik birçoğu hatalı. Bana tümörün gittikçe büyüdüğünü haber verirken genişçe sırıtmıştı. Sistemindeki bir hatadan olduğunu söylese de ben durumumdan zevk aldığına eminim.
"Yalnızca hastalıklı dokuları değiştirecekler," diyor sanki beni iyi bir şeye ikna etmeye çalışır gibi. Ellerimi bırakmıyor.
Ellerinin sıcaklığına odaklanırken "Beni değiştirecekler," diyorum. Beni derken neyi kastettiğimi anlayacağını umuyorum: sesimi, konuşmamı, tavrımı, duygularımı, beni ben yapan her şeyi.
Bana daha yakından bakmak için masaya doğru eğiliyor. "Acısız bir tedaviyle yeni bir hayata başlayabilirsin."
Boğazım düğümleniyor. Bunu böyle rahat söylemesi yanlış geliyor. Onu seven kadının değişeceği gerçeğini umursamıyor mu diye merak ediyorum. Üstümdeki yün kazağın dokusunu hissetmeye çalışıyorum. Yasemin, operasyondan sonra böyle şeyleri hissedemeyeceğimi söylüyor; aradaki farkı algılayacak duyularımı kaybedeceğimi. Martha, ilk yapay zeka milletler başkanı, insanları hastalıklardan koruyamadıkları için her konuşmasında özür diliyor. Üzgün olmadığını biliyorum. Kendilerini insanlardan çok daha iyi ve hatasız gördüklerini biliyorum.
"Yasemin eskisinden biraz farklı olacağımı söylüyor," diyorum.
Gülümsüyor. "Benim için önemi yok."
Gözümde her şeyin başladığı gün, muayenehanedeki görüntüler canlanıyor. İlk kez tümörün haberini aldığımda kalakalıyorum. Yasemin de sabırla bekliyor, muhtemelen kendini bekleme moduna alıyor çünkü gözleri bomboş bakıyor. Normalde de duygulu baktığı söylenemez ama gözlerinin içinde devrelerinin çalıştığını gösteren küçük ışıklar parlıyor. Martha bunlara şakayla karışık bir şekilde hayat ışığı diyor. Sanki sahip oldukları hayat bizden çalıntı değilmiş gibi konuşması beni her seferinde hologramını yumruklama isteğiyle dolduruyor. Bir rivayet, bütün yapay sistemlerin bir noktada birbiriyle bağlandığını söylüyor; holograma vurduğum takdirde Martha'nın bunu sisteminin bir köşesinde hissedeceğini düşünmek hoşuma gidiyor.
Karşımda oturan adam da o gün orada. Elimi tutuyor, Yasemin'in çiple ilgili söylediklerini onaylıyor. Sanki ikisi, benim anlayamadığım bir mucizeden bahsediyor.
Silkinerek kendime geliyorum. "İnsan olarak ölmeyi yeğlerim," diyorum.
Garson elinde tatlı tabaklarıyla geliyor. Eklemlerini dikkatle inceleyerek tabağı alıyorum. Hareketleri son derece akıcı ama bazen, sadece çok dikkatli baktığımda, hareketleri arasında küçük aksamalar görüyorum. Sanki kolunu kırmaya karar vermekte zorlanıyormuş gibi küçük bir takılma. Tabağı kendime çekerken kolumun sorunsuzca hareket etmesine hayran kalıyorum. Bundan vazgeçmemi benden nasıl bekleyebiliyorlar?
Dışarda yağmur başlıyor. Geç olmadan eve gitmek istediğimi söylüyorum, sesini çıkarmadan kabul ediyor. Hesabı sanal puanlarıyla ödüyor ve restorandan çıkıyoruz. Şemsiyemiz yok. Kaldırımların kenarındaki hologramla hızlı taksi çağırıyoruz. Kişi sayısına göre boyutu küçülen bir araç, hızla önümüze park ediyor. Binmem için bekliyor ve ardından yanıma yerleşiyor.
Işıklı caddeleri hızla geride bırakırken "Kişiliğinde fazla değişiklik olmuyor," diyor. Hâlâ beni o metal parçasını beynime taktırmak için ikna etmeye çalışıyor. Dizimi tutup sıkıyor. "Güneş, söz konusu ben olsam, ölmemi mi yeğlerdin?"
Gözlerim kırpışıyor. Soruyu algılayamıyorum. Acımasız kelimeler ağzından öyle rahat dökülüyor ki dudaklarım şaşkınca aralanıyor.
"Bana bunu nasıl sorarsın?" diye çıkışıyorum ona. Başıma bir ağrı saplanıyor. Sevgili doktorum bana bunun da semptomlardan biri olduğunu söylemişti. Ama o an buna ihtiyacım yok. Hiç sırası değil.
Benden hafifçe uzaklaşırken burun delikleri öfkeyle genişliyor. "Beni sırf gülümseyebildiğim için mi seviyorsun?"
Elimde olmadan gülüyorum. "Sence," diyorum çatlayan sesimle. "Sence sadece gülümseme yetini mi elinden alıyorlar?" Çok daha fazlasını biliyor çünkü bu alanda çalışıyor. Onu kışkırtmak istiyorum. Beni nasıl yaraladığını anlasın istiyorum.
"Birkaç küçük değişiklik daha ama hepsi bu. Hadi ama Güneş, birlikte daha uzun yıllar geçirebiliriz."
"Normal tedaviyle de birkaç yıl kazanabilirim," diyorum saf saf.
Gözleri öfkeyle kızarıyor. "Çip seni bu kadar mı rahatsız ediyor? Ölümden daha çok."
Gözlerimi kapatıp başımı cama çevirirken "Evet," diye fısıldıyorum. "Duygularımı kontrol etme ihtimalleri beni ölümden daha çok korkutuyor."
Beyinlerimizi bir kablo yığınına çevirip ana sistemden kontrol edebildikleri bir çiple bağlamak bizi hayatta tutuyor, evet. Ama ne uğruna? Bunu yapmak istemiyorum.
Hayır, diyor Martha. Biz yalnızca sizin hayatta kalmanızı sağlayacak bir sistem kuruyoruz.
İlk kez çip takılmam gerektiğini öğrendiğim gün, hissetmek istiyorum, demiştim Yasemin'e. Yanaklarım sırılsıklam olmuştu.
Hissedebilirsin, demişti Yasemin. Robotlar da hisseder.
Oysa benim istediğim birkaç kablonun sistemsel titreşmesi değildi. Bunu ona anlatamamıştım. Yapmak istediğim her şey -evlenmek, kahkaha atmak, en sevdiğim tatlıyı yemek, ciğerlerimi yakarcasına koşmak, bir çocuğa sarılmak, el ele tutuşmak- buhar olmuştu.
"Güneş," diyor pes ederek. "En azından düşün."
Hafifçe başımı sallıyorum. Aklım başka yerlerde. İlk çip ortaya çıktığında hiç kimse ciddiye almamıştı. Eski haber başlıklarını, internette paylaşılan tonlarca videoyu görmüştüm ve birçoğu ilk yapay zeka robotlarla dalga geçen içeriklerden ibaretti. Günün birinde yapay zekanın Dünya'yı nasıl da ele geçireceği hakkında yapılan şakalarla doluydu her yer. Düşününce komik, çünkü bunların hepsi gerçekleşiyor. Dedemin bilgisayar oyunları oynadığı için hayıflandığını dinleyerek güldüğüm günler gözlerimi yaşartıyor. Keşke çimenlere daha çok dokunsaydım, diyordu. Keşke daha çok düşüp ağlasaydım, keşke daha çok gülseydim, keşke daha çok nefes çekseydim ciğerlerime, keşke daha çok soğukta kalsaydım, keşke daha çok güneşin altında otursaydım, keşke… Ve keşkeler uzayıp gidiyordu.
"Biliyorsun," diye aradaki sessizliği dolduruyor. Onu hayal meyal dinliyorum. "Seninki yalnızca bir çip. Yalnızca bazı nöronların silinecek…Geri kalan kalan her şey hâlâ aynı olacak… Aşkımız aynı kalacak… Üstelik robotlar da hissedebiliyor… Artık insandan farkları yok… Bu kadar düşmanca bakmayı bırakmalısın…"
Onu dinlemeyi bırakıyorum. Cama dokunup gece şehrinin görüntüsünü deniz kenarıyla değiştiriyorum. Öyle gerçekçi görünüyor ki bir an büyük şehirde olduğumuzu unutuyorum. Haklı olabileceğini fark ediyorum. Denizin tuzlu kokusu burnuma doluyor. Bunu gerçeğinden ayıran ne ki?
Taksi bizi bloğumuzun önünde bırakıyor. Islak kaldırımlara basınca denizin bir hayal olduğunu idrak ediyorum. Kabanıma sıkıca sarılıyorum. Birlikte yukarı çıkıyoruz. Daireye girip üstümüzü değiştirirken hiç konuşmuyoruz.
Beni salonda yalnız oturur görünce yanıma geliyor ve önümde diz çöküyor. Bakışları yumuşak. Şehir ışıkları göz bebeklerinde titreşiyor.
"Özür dilerim," diyor. "Seni seviyorum."
Titrek bir nefes alırken "Ben de seni," diyorum. Gözlerimi gözlerinden çekmiyorum.
Bir süre daha bakışıyoruz. Gözleri bir an olsun gözlerimi bırakmıyor. Baş parmağı yavaşça yanağımda geziniyor. Parmağı yanağımda hafifçe titreşiyor.
Hızla geri çekiliyorum. Âni şaşkınlık yüzünden öksürmeye başlıyorum. "Güneş," diyip bana uzanacak oluyor. Elimi kaldırıp onu kendimden uzak tutuyorum. Titriyorum.
Nefesimi düzenleyebildiğimde "Ne zaman?" demeyi başarıyorum.
Başını hafifçe eğip yüzümü görmeye çalışırken "Ne ne zaman Güneş? Neden bahsediyorsun?" diye soruyor.
Yaşlardan bulanık olan görüşüme rağmen yüzüne bakmaya, tanıdığım adamı aramaya devam ediyorum ama sanki birisi ışıkları yakmış gibi, gerçeklerden başka hiçbir şey göremiyorum. "Neden bahsettiğimi biliyorsun."
Sessizce bakmaya devam ediyor.
"Seni ne zaman değiştirdiler?" diye bağırıyorum.
Sırtını yavaşça dikleştiriyor. Bakışları donuklaşıyor. Gülümsemesi yine yüzüne yerleşiyor ve bu kez, yanağındaki kasları harekete geçiren bütün parçaları tek tek gördüğüme emin oluyorum. Dudaklarının kenarı yeterli kıvrıklığa ulaşınca duruyor. Gözlerinde hayat ışığı parlıyor.
"Peki ya sen?" diyor. "Seni ne zaman değiştirdiler?"