MAYA
Evet. Ben. Hatırladığım kadarını yazmam gerektiğini düşündüm. Çünkü hafızama çok güvenmiyorum. Belli ki kafam kısa süre içinde yine dağılacak ve ben bir şey hatırlamayacağım yine. Neredeyse amnezi sahibi sayılan bir birey hatırladığı yada hatırladığını sandığı her şeyi kaydetmeli.
Şöyle başladı bana göre(hatırladığım) ;ilk sahne, büyük bir kutunun içindeydik sanki. Bana göre sığınak gibi bir yerdi. Karşımda bulanıkta olsa gördüğüm bir adam bana parmaklarını şaklattı.
‘Dikkatini bana ver ‘ gibi bir şeyler dedi. Adımı sayıkladı.
Saç rengi kumraldan bakıra doğru ama açıktı. Hafif uzamış bukleleri gözlerine geliyordu. Kirpikleri o kadar uzundu ki ve gözleri öylesine yukarı doğruydu, saçlar onun bakışını engellemiyordu.
Duygu yüklü yumuşak bakışlı ve aynı sıcak tonlarda toprak rengi gözleri, neredeyse sarı olacak kadar açık bir kahverengiydi.
Zeka dolu bir adamdı karşımdaki. Kitap gibi bir kafayla konuşmakta olduğumu hemen o an anladım.
Bana; ‘şimdi beni iyi dinle, yeri ve zamanı geldiğinde hatırlayacaksın. Ama sadece zamanı geldiğinde doğru kişi doğru sözleri söylediğinde zihnin açılacak ve tam hatırlayacaksın. O zamana kadar zihninin anahtarı işte şu arkamda gördüğün ufaklığa emanet.’ dedi.
Fısıldayacak kadar yaklaştı ve kulağıma kitaptan konuşur gibi sözler söyledi. Belki saatlerce dinlerken bile o kadar şeyi nasıl bir insanın ezberleyip öylesine kitap gibi aktardığını anlamadım. Zekasına hayran şekilde dinledim. Ama ben tek kelimesini bile daha şimdiden hatırlamıyordum.
Çabasına acıyordum. Ama gerçeği, yani hemen unuttuğumu söylemeye cesaret edemedim. İçinde bulunduğum durumu bile tam olarak hatırlamıyorum. Buraya nasıl geldik? Bu adam kim? Bu çocuk, ben kimim? Bilmiyordum.
Sonra benim kulaklarıma fısıldadı ciltlerce kitap, bir dehanın ağzından bir delinin hasarlı kafasına.
Ne yazık.
Üstelik o konuşurken, belli ki dünyanın bilgisini bana açık kitaptan okur gibi tek tek fısıldarken, ben yara bere içindeki ellerime, acıyan kafama, neden ıslak bir şekilde bir sandalyenin tepesinde durmaya çalıştığıma, görüntülerin neden yarı bulanık olduğuna, neden yer yer kızarmış ve morarmış cilt lekelerimin olduğuna, dahası ağzımda tuzlu-tatlı değişik demir gibi kokan (ve tadı olan) bir sıvı olduğuna ve her yerin o paslı demir gibi buram buram kokuyor olduğuna, neden deli gibi üşümem gerekirken bir şort ve askılı tişörtle(üstelik ıslak) üşümediğime, arkadaki ufaklığın bulanık görüntüsünün neden bir yerlerden tanıdık geldiğine, gözlerimin ve yüzümün neden bu kadar acıdığına anlam vermeye çalışıyordum.
Öyle başım dönüyordu ki gözlerimi zar zor açıyordum.
Rezil olmamak için tuttuğum salyamın akmasını engelleyemiyordum ve sanırım birde pis koku yayıyordum.
Küt saçlarım ıslanmış iyice çirkin bir paçavra olmuş, karanlıkta kapkara olmuştu.
Biraz sonra gözlerimdeki bin ton ağırlığı zorla açıp açıp kaldırmaya çalışarak gördüğüm kesintili sahneleri birleştirmeye çalıştım.
Ama zar zor anladım.
Anladığım kadarıyla bir kulübe, sığınak yada öyle metal büyük bir kutuda, ıslanmış, yerdeki izlerden ve tanıdığım şok cihazından elektrik şoku yediğimi anlamış, muhtemelen tekrar tekrar bayılmış, tekrar ağlamış, tekrar ayılıp şok yemiş yada dayak yemişim.
Ha bide kafama ciddi bir darbe yemişim.
Soğuk, bunca adrenalinden sonra herhalde bana artık işlememiş, vücut savaş yada kaç modundaydı çoktan. Kaçamadığını anlayınca savaşa almış olmalı.
Kafam beni dinlemiyor ve oradan oraya sallanıyor, gözlerimi açık tutmakta zorlanıyorum. Acayip uykum geliyor. Sanrılar, rüyalar bile görüyorum. Kafam yine karışıyor. Az sonra benden dökülen o salyanın kan olduğunu anlıyorum. Çünkü o aslında ağzımın içinden bile gelmiyor. Zaten ağzımın da acımadığına dikkat ediyorum. Kafam acıyor benim.
Görüntüm yarı bulanık çünkü kafamdaki kan boylu boyunca foşur foşur akıyor, önce gözlerimi flulaştırıyor sonra ağzıma akın akın kan doluyor, arada aksırıp tıksırıyorum çünkü burnuma ve ağzıma akın akın kan doluyor. Arada adam bana ‘dur, tamam, tamam tükür’ gibi şeyler söyleyip es verdiriyor. Nazik nazik ‘kafanı tut, tükür tamam, aç gözünü, dikkatini buraya ver’ gibi sözler, parmak şaklatma vesaire ile devam ediyor.
Bende sallana sallana, öksüre tıksıra, gözlerimi yarı aça kapaya söyleneni yapmaya çalışıyorum.
Sonra temiz ve ince, zarif ellerini kafamın en acıyan noktasına götürüyor ve arkadaki ufaklık ta bizim resmimizi çekiyor.
Ama öyle değilmiş. Halbuki emindim. Ses bile çıkmıştı, flaş patlamıştı.
Yavaş yavaş karanlık açılıp görüntü geldi ve uğultudan geriye normal sesler geldi. Fotoğraf makinasının ‘çınn’ sesinin bir anda bir kız çocuğu çığlığına dönüştüğüne yemin edebilirim.
Şaşkınlıkla etrafıma baktığımda anladım ki o bendim. Çığlık atan kız çocuğu meğer benmişim ve paslı metal tavanı görüyordum çünkü yere düşmüştüm.
Ellerimde, sımsıkı şekilde adamın kafamın üstünde tuttuğu ellerinin üstündeydi.
İşte sonra o keskin acı geldi. Ondan bağırmışım. Anladım. Kafamın, adamın elinin altındaki kısmı feci canımı yakıyor ama kan yavaşladı ve bası iyi geldi. Bende ses çıkarmadım.
Sadece vücudumun istemsizce zangır zangır titremesine engel olamadım. Öyle çok sarsıldım ki, ufaklık beni ayaklarımdan tutmak zorunda kaldı ses çıkarmamam için. Önce ağzımı da kapatmıştı ama susunca çekti elini. Adam başımdaki elini sıkıca bastırmaya devam ediyordu. Bir ara kendimden geçtim. Adımı haykırdı ‘bu çok önemli aç gözlerini’ dedi. Devam etti…