Makineden Tanrı

Pamukçuk kasabasında güneş batıyordu. Sonbahar etkisini göstermeye başlamış, Ege kıyılarında soğuklar hissedilir seviyeye gelmişti. Tuğrul, Yavuz ve ben, kasabanın denize girilmesi yasak, sahili balçık bölgesinde çimlere oturmuş, turuncuya bulanmış bulutların altında denizi izliyorduk.

Bir süredir hayatım, olağan akışının dışında ilerliyordu. Son birkaç yıl içerisinde her türlü doğal afetle, salgın hastalıkla hasbihal olmuştuk. Yine de şanslı sayılırdık çünkü kasabamız az nüfuslu ve küçük bir yerdi. Yaz yangınlarından bile etkilenmemiştik. Komşu kasabaya kadar gelen alevler bize ulaşmadan söndürülmüştü. Fakat kaderin cilvesi bu ya, geçtiğimiz yaz mevsimini uzaylı istilası korkusuyla geçirmiştik. Belki de dünyada ilk kez bu konudan karantinaya alınmış, yasaklarla yaşamaya mecbur bırakılmış topluluk bizdik. Bu süreçte kimsenin canına, malına zarar gelmemiş ama kasabalının manevi buhranları had safhaya ulaşmıştı. Şimdilerde uzaylı tehlikesinin ortadan kalkmış olmasıyla normal hayatımıza nasıl döneceğimizi hiçbirimiz bilmiyorduk. Anlatsan, kimsenin inanmayacağı bir hikayeydi bizimkisi.

  Güneşin batışıyla gündüz rüyamızdan uyandık. Eminim ki benim kadar Tuğrul ve Yavuz da bu garip günlerin çetelesini tutuyordu iç dünyalarında. Sessizliği bozan Tuğrul oldu.

‘’Selim sen niye böylesin? Buluttan nem kapar hale gelmişsin. Tamam, o, bu derken hepimizin kafası yandı. Ama sen ne istiyorsun Yavuz’dan? Her şeyi Yavuz’dan biliyorsun.’’

Tuğrul, benim çocukluk arkadaşımdı. Pamukçuk’ta beraber büyümüştük. Arkadaştan ziyade kardeş gibiydik. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyordu. Beni benden iyi tanıyordu. Haklı da olabilirdi. Babamın vefatıyla başlayan süreçle kendim olmaktan çıkmıştım. Evin ve hasta annemin sorumluluğu, iş hayatı, borçlar falan derken savrulup gitmiştim. Bunların üstüne bir de şu yasaklar, kapanmalar, saçma sapan olaylar eklenince içime kapanmıştım. Son günlerde tanıştığımız Yavuz’a başlarda hiç ısınamamıştım. Hatta yalancı, düzenbaz, katil olmakla suçlamıştım. Onun aşırı basit ve saf hareketleri, sanki sürekli bir dolaplar çeviriyormuş gibi kuşkulandırmıştı beni. Velhasıl şüphelendiğim tüm olaylar açıklığa kavuşunca hata yaptığımı anladım ve elimden geldiğince arkadaşça davranmaya başladım.

‘’Tuğrul, sen de Selim’e biraz fazla yükleniyorsun. Hepimiz zor zamanlar yaşadık. Olur öyle şeyler. Üzmeyelim birbirimizi. Her gün yüz yüze bakıyoruz neticede. İyisiyle, kötüsüyle geçti gitti. Ben unuttum o günlere dair her şeyi,’’ dedi Yavuz. Böyle olunca cevap vermedim ben de. Halet-i ruhiyemi ikisi de gayet iyi anlıyordu. Konuşup da ortalığı yeniden bulandırmaya, lafı sündürmeye gerek yoktu.

Cırcır böceklerinin saatleri başladığında iyiden iyiye üşümeye başladım. Hastalıktan daha yeni kurtulmuştum. Tuğrul sigarasını bitirsin, kalkarız diye düşündüm içimden. O sırada cep telefonum çalmaya başladı. Metallica – Spit Out the Bone melodisi cırcır böceklerini susturdu. Arayan Hikmet abiydi. Açmadan önce tereddütte kaldım. Bugüne kadar hiç telefonda konuşmamıştık. Beni aramasının bir mantığı yoktu.

‘’Hikmet abi arıyor,’’ dedim.

‘’Aç bakalım ne diyecek. Hayır olsun,’’ dedi Tuğrul.

‘’Efendim abi!’’ diyerek açtım telefonu. Söyledikleri o kadar anlamsız şeylerdi ki telefon görüşmesinden sonra sadece kendi söylediklerimi ve konunun ana temasını hatırlıyordum.

‘’İyiyim sağ ol abi, sen nasılsın… Buyur abi dinliyorum… Evet… Evet… Allah allah… Robocop mu… Yok canım daha neler… Emin misin abi… Jandarmaya gittiniz mi… Allah allah… Hmm… Abi kafa mı buluyorsun benimle… Nereye… Ne zaman… Ben ne anlarım abi… Bu gece mi… Abi zor, söz vermeyeyim, bak annem evde yalnız biliyorsun, bir sürü tantana, benim de aklım kalıyor… Allah sabır versin abi haklısın… Tamam madem bi’ bakayım durumlara, haber veririm… Ararım… İnşallah hallolur… Ararım… İyi akşamlar, sağ ol.’’

Telefonu kapadıktan sonra bir süre şoku atamadım üstümden. Telefon şakasına maruz kalıp kalmadığıma karar veremiyordum. Biraz durup, sakinleyip kafamı toplayınca Tuğrul’a doğru dönerek anlattım:

‘’Beyler, Hikmet abilerin memlekette bir tane robot kaybolmuş. Bütün kasabalı onu arıyormuş. Böyle Robocop gibi dedi. Kafası insan gerisi teneke ama teneke olduğuna bakma, bu en zeki robotmuş dedi. Ne olur kalkın gelin, ortalık karışık, herkes ayakta, yabancılar da aramaya geliyormuş diyor.’’

‘’Bizi niye çağırıyor? Bizim ne alakamız var bu işle?’’ dedi Tuğrul.

‘’Valla yıllar önce, küçük oğlu evdeki bilgisayarı bozmuştu, ben de format atmıştım. O günden beri unutmamış demek. Sen anlarsın bu işlerden gel yardım et diyor. Ortalık karıştı, jandarmaya haber verdik ama yabancı devletler araya girdi, kasabaya adam göndereceklermiş, ben de tanıdığım herkesi arıyorum diyor,’’ dedim.

‘’Bence evde canı sıkılıyordu, telefon rehberini açtı, en saf seni buldu, seni aradı işletmeye. Böyle olay mı var ya! Ne Robocop’u, aklına ilk gelen şeyi sallamış işte.’’

Tuğrul da önce ciddiye almamıştı. Susup durunca kaşlarını çattı. Dudaklarını büzdü. Sonra hem bana ve Yavuz’a sırayla bakıp heyecanla konuştu:

‘’Lan geçenlerde şu yapay zeka robotunu Türkiye’ye getirecekler diye bir haber çıkmıştı. Yoksa ondan mı bahsediyor acaba? Gitsek mi ki?’’

‘’Benim Laguna’yla gidelim. Hem şu yeni motor biraz açılmış olur,’’ dedi Yavuz. Bu olayla ve kişilerle hiç alakası olmamasına rağmen kendisini de dahil etmişti.

‘’Hadi yola çıkalım madem. Mesafe biraz uzun. Yolda ararım annemi, birkaç güne döneceğiz derim. Hiç de sevmez Hikmet abiyi ama hayırlısı bakalım,’’ dedim ve Yavuz’un Laguna’sına doğru yürüdük.

---

Gece yarısı Sefirgazi’ye giriş yaptık. Kasabanın girişinde jandarma, Laguna’nın içinde robot aradı, bizi de sorguya çekti. Hikmet abinin adını verince geçmemize izin verdi. Hikmet abi, rahmetli babamın amca oğluydu. Yıllardır aynı kasabada yaşıyordu. Mütevelli heyetinde olduğunu her fırsatta söylerdi. Aile ilişkilerimiz iyi olmasa da bayramlarda, cenazelerde bir araya gelirdik. Annem, babamın tüm akrabalarından uzak dururdu. Ben de ayıp olmasın diye zoraki muhabbete girerdim.

Hikmet abinin evi, daha doğrusu apartmanı kasaba merkezindeydi. Bulmak zor olmadı. Apartmanın girişinde ayakkabılarımızı çıkardık.

Nuran yenge, Hikmet abinin karısıydı. Hem ev işlerini çekip çevirir, hem dünya gündemini takip ederdi. Kasabalının nabzını da iyi bilirdi. Mütevelli heyetinde konuşulan her şeyi kocasından öğrenirdi.

Geç bir saatte eve varmış olsak da her cuma türbeye bağışlanan ve pişen yemekten bize de ayırmıştı Nuran yenge. Yolda envaiçeşit çerez ve kuruyemişle midemizi doldurmamıza rağmen bulgur pilavı ve kavurma eti görünce tekrar acıktığımızı hissettik. Yemekten sonra üzerimize uyku çöktü. Robot işini sabaha bırakıp dinlenmeye geçtik.

Ertesi gün erken saatte uyandık. Kahvaltı sofrası ve ev ahalisi hazır bir şekilde bizi bekliyordu. Sırayla tuvalete ve yüzümüzü yıkamaya gittik. Hikmet abinin küçülenlerinden giydiğimiz birer takım pijamaları çıkarıp günlük kıyafetlerimizi giydik. Tüm bu süreç boyunca evin ergen oğlu sofraya gelsin diye bağırış koptu. Bilgisayarına format attığım ufaklık şimdi büyümüş kendi odasından çıkmıyordu. Hikmet abi benden rica edince odasına girdim. Büyük bir genç odası içerisinde büyükçe bilgisayar masasının ofis koltuğuna nizamlı bir şekilde oturmuş, 34 inç ekran karşısında oyun oynuyordu. Mouse’un hemen yanında tablet kapalı bir şekilde duruyor, bilgisayar klavyesinin önündeki cep telefonundan müzik geliyordu.

‘’Genç, hadi bakalım. Gel de kahvaltı yapalım. Yemekten sonra devam edersin oyuna. Hadi, hepimiz seni bekliyoruz,’’ dedim ama dönüp bakmadı bile. Bir süre sessiz durdum. Klavye tuşlarına basan el parmakları dışında donmuş gibiydi. Bir şey demeden kapıyı çektim ve çıktım.

‘’15 yaşına geldi ama otursa karşına 15 yaşında demezsin. Ufak tefek kaldı. İki cümleyi bir araya getirip konuşamaz. Evde zaten tek kelime etmiyor. Okul hocasına sordum, orada da öyleymiş. Bilmiyorum bakalım, arada internetin fişini çekiyorum ama hoca çok karışmayın bu yaşlarda dedi, sabrediyoruz,’’ dedi Hikmet abi.

‘’Neyse abi,’’ diye lafa girdim. ‘’Neymiş bu robot meselesi? Kalktık buralara kadar geldik. Sizleri gördük, ağırladınız, mutlu olduk tabii ama hayır olsun, anlat da bilelim.’’

‘’Bizim mahallede tırcı bir arkadaş var. Erhan. Nakliyat, sevkiyat işlerine gidiyor. Geçen aramışlar bunu, ‘İzmir limanından mal indi, Ankara’ya gidecek. Hafif yük ama elektronik alet var aman dikkat et’ demişler. Hafif yük olunca küçük kamyonu almış bizimki. Dönüş yolunda eve uğrarım, yemek yerim, az uyur dinlenir yola öyle devam ederim diye Afyon üzerinden gelip evin önüne çekmiş kamyonu. Normalde bu yol kullanılmaz, tek şeritli, virajlı bu taraf, bilirsin. Neyse, bu eve çıkıyor, yemeğini yiyor, iki saat uyuyor, aşağı bi’ iniyor, kamyonun kasa açık. İçeride hiçbir şey yok. Basıyor yaygarayı. Önce jandarmayı arıyor. Sonra şirketi arıyor. ‘Kasada yapay zekalı insansı robot vardı, yabancı ülkelerden heyet gelecek, çabuk bul, bulamazsan yanarız’ diyorlar. Jandarma geliyor, güvenlik kameralarına bakıyor. Zaten ana caddede üç beş tane var o kadar. Görüyorlar ki robot kasayı kendi açıyor, aşağı atlıyor, yürüye yürüye mısır tarlasına giriyor. Daha da arada bulasın. Bir daha hiçbir iz yok.’’

‘’E ne olacak şimdi?’’

‘’Valla bilmiyorum. Yarın Japon heyet geliyormuş. Ankara’dan da bir heyet gelecek haliyle. İşler karışık. Sen şu bilgisayardan, internetten anlarsın. Ne arasan bulunuyor internetten diyorlar. Hallet şu işi Selim’im. Yoksa yanarız. Kaymakam hanım hop oturup hop kalkıyor. Bu robot yarı yerli yarı Japon malıymış. Yatırım olacakmış ülkeye. Bu iş elimizde patlarsa, hele bizim kasabada patlarsa önce Kaymakam hanımdan başlar hepimizi uçururlar. Batar gideriz.’’

‘’Anne, Ata abim beni kovdu,’’ diye bir kız çocuğu çıktı içeriden.

‘’Ata değil yavrum, Ataullah, Ataullah!’’ dedi Nuran yenge.

‘’Ata, Ata!’’ dedi Hikmet abi. Sonra bize döndü. ‘’Bu da bizim ufak kız.’’ Sofradan kalktık. ‘’Bizim oğlanın adı Ata olsun istedim, hanım da tutturdu Ataullah diye. Yıllardır ortaya karışık gidiyor işte.’’  

Hazırlandık ve evden çıktık. Gün boyunca kasabayı çevreleyen mısır tarlalarını gezdik. Robotun saklanabileceği her yere baktık ama maalesef bulamadık. Zaten hiç ümidim yoktu ama Hikmet abiyi kırmamak için internet aleminde yaptığım aramalarda da bir sonuç çıkmadı.

---

            Kasabanın 30 kilometre güneyinde büyük bir maden ocağı vardı. Burada bulunan İşletme Müdürlüğü altında yüzlerce hatta binlerce işçi çalışmaktaydı. Kasabanın ve kasabalının sosyal kalkınması bu sayede oluyordu. Herkesin göz bebeği bu maden ocağıydı.

            Mısır tarlalarında robot aradığımız günün ardında 7’den 70’e bütün herkes duymuştu mevzuyu. Tüm ahaliyi bir telaş kaplamıştı. Yabancı yatırımcı ve yapay zekalı robot hakkında kafa patlatırken vatan savunması üzerinde fikir birliğine varılmış olacak ki maden ocağının önünde aldılar soluğu. Robotun sabotaj gibi kötü bir maksatla bilinçli gönderildiğinden emin gibiydiler. Ellerinde ateşli ateşsiz silahlarla nöbete geçtiler. Bu kadar kalabalığın olduğu yerde jandarma da yerini aldı.

Saatler ilerledikçe kalabalık da artıyordu. Her köşede bir haber kanalının muhabiri kameramanının karşısında konuşma yapıyordu. Olayın merkezi maden ocağı oluvermişti birden bire. Hikmet abi, jandarma komutanıyla birlikte Japon heyeti karşılamak üzere Kaymakamlık binasına gitmişti. Nuran yenge ve ufak kızıyla beraber alandaydık biz de.

‘’Yenge sen ne yapıyorsun böyle?’’ diye sormuştu Yavuz. Nuran yenge durduğu yerde toprağı eşelemiş, kazdığı yerlere bir şeyler koyup üstlerine geri toprak serpiyordu.

‘’Bunlar koruma duaları oğlum. Şu çit boyunca gömeceğim toprağa böyle,’’ dedi Nuran yenge.

‘’Ooo böyle aylarca bitmez yenge. Bence hepsi niyetine beş on tane göm yeter.’’

‘’Yenge büyü mü yapıyorsun, hayırdır?’’ diye muhabbetin ortasından girdi Tuğrul.

Nuran yenge cevap vermedi. Küçük kız kafasını salladı.

Kalabalığın gücüyle gövde gösterisi yaparcasına sloganlar başlamışken Hikmet abi aradı. Japon heyetin geldiğini, bizim de Kaymakamlık binasına beklendiğimizi söyledi. Nuran yengeyi ve ufaklığı orada bırakıp Laguna’ya atladık. Kasaba merkezine doğru yola çıktık. 

Kaymakam hanımın odasında Japon heyetle tanıştık. Üç erkek, iki kadın ve bir de tercüman. Zorlu bir süreç içerisinde olmamıza rağmen gülümsüyorlardı. Hikmet abiyle birlikte dördümüz, güzide ülkemizin bilişim ekibi olarak tanıtıldık. Bu haberi duyar duymaz üçümüz de Hikmet abiye döndük. Kaş göz hareketleriyle bizi susturdu. Akşam saatlerine dek karşılıklı brifingler verildi, yemekler yenildi, çaylar içildi. O gün Kaymakam makam odasının ışıkları hiç sönmedi.

Akşam olduğunda Japon heyetin robotu bulmak adına yol haritası belliydi. Mısır tarlarının da dışında çeper gibi kasabayı çevreleyen ormanların en yüksek noktasında, Orman Bölge Müdürlüğü’ne ait gözetleme kulesi ve çevresine kamp kuracaklardı. O noktadan özellikle kasaba merkezini ve kasaba ile maden ocağına bağlayan yolu dronelarla gözetleyeceklerdi. Aynı zamanda gözetleme kulesine kuracakları çanak ile kendi uydularına bağlanacak ve robotun yazılım çipine ulaşmayı deneyeceklerdi.

Japon heyeti gözetleme kulesine yürüme mesafesiyle beş dakika uzaklıkta bulunan şömineli, ayrı mutfak ve banyolu, orman bekçi kulübesine yerleştirdik. Yanlarına üç ekip nöbetçi jandarma bırakıldı. Yavuz’un Laguna’sı ile eve dönerken üçümüz de merakla Hikmet abiyi dinliyorduk.

‘’Lan oğlum Ankara’dan heyet falan gelmeyecekmiş. Yerel personeliniz üzerinden ilgili çalışmaları yürütün diye aramışlar. Vali bey de aramış azarlamış Kaymakam hanımı. Bu işe elini sokan yanacak belli ki. Herkes uzak duruyor. Bizim Kaymakam da çağırdı mütevelli heyetini, ‘zaten hepimiz yandık, işi bilen adamlar bulun da paçayı kurtaralım’ dedi. Öyle olunca ben de sizi seçtim gençler. Hakkınızı helal edin. Anca beraber kanca beraber çözeceğiz bu işi.’’

Bu kadar olmaz işin arasında buna da itiraz edecek kuvveti kendimde bulamadım. Kendini sorumlu hisseden hiç kimse yoktu ama ortada bir sorun vardı ve birileri bunun cezasını çekecekti. Kimin elinde kalırsa.

Yorgunluktan gözlerim kapanırken sağ arkada oturan Tuğrul, sağ önde oturan Hikmet abinin omuzuna dokundu ve söze girdi.

‘’Hikmet abi sen de hakkını helal et. Benim de sana bir haberim var. Daha doğrusu hepinize bir haberim var… Ben Japon kızlardan birini ayarladım. Birkaç saat sonra buluşacağız.’’

---

Eve varınca vakit kaybetmeden yatmaya hazırlandık. Tuğrul hariç. Evde yapabileceği tek hazırlık saçını yıkamaktı. O da öyle yaptı ve çıktı. Yavuz’dan Laguna’nın anahtarını aldı.

Sabah uyandığımızda tekli koltukta uyuyordu Tuğrul. Akşamki kıyafetleri üzerindeydi. Nuran yengenin onun için hazırladığı yatağa yatmamıştı. Bizim gürültümüze o da uyandı. Ufak bir sabah sersemliğinden sonra hemen söze girdi:

‘’Bu Japon kız ekti beni. Buluşmaya gelmedi. Bozkır soğuğunda bekledim sabaha kadar. Kamp yaptıkları yere de gittim jandarma almadı. Ama diğer Japonları gördüm uzaktan, bu kızı göremedim.’’

‘’Sen bu Japon kızı nasıl ayarladın zaten orada bir gariplik var,’’ dedim.

‘’Sen daha Tuğrul kardeşini tanıyamamışsın.’’

‘’Neyse hadi bir şeyler atıştıralım. Nuran yenge hazırlamıştır sofrayı. Sonra çıkarız.’’

‘’Hemen çıkalım beyler. Ben meraklandım. Kimseye de bir şey diyemedim. Jandarma zaten başlarında nöbet tutuyor.’’

‘’Keşke bizi uyandırsaydın.’’

‘’Ben de yeni geldim zaten. Hadi çıkalım, belki başına bir şey geldi, yardımımıza ihtiyacı var.’’

‘’Olmaz,’’ diyerek yanımıza geldi Hikmet abi. ‘’Nuran yengen sofrayı hazırladı. İki lokma da olsa kahvaltımızı yapalım, öyle çıkarız,’’ dedi. Bir hışımla sofraya oturduk. Yavuz, Tuğrul, Hikmet abi, Nuran yenge ve ben hiç konuşmadan lokmalarımızı bitirdik. Nuran yengenin sofra duasıyla kapanışı yaparken Tuğrul’un telefonuna mesaj geldi. Telefonu eline alınca yüzü buruştu.

‘’Değişik bir numara… Bu ne böyle ya… Beyler bana şifreli mesaj göndermişler, kesin kızı kaçırdılar, fidye falan istiyorlar. Ne yapacağız? Nasıl iş aldık başımıza!’’

Hepimiz telefonun başına toplandık. Yavuz, Tuğrul’un elinden aldı telefonu.

‘’Şifreli mesaj değil ya, Japonca bu,’’ dedi.

‘’Aa kız yazmış o zaman. Tamam bırak, ben konuşurum, okuma mesajlarımı,’’ diyerek telefonunu çekiştirerek almaya çalıştı Tuğrul.

‘’Yahu dur bir Allah aşkına.’’

Yavuz telefonu elinden bırakmadı ve üstüne çullanan Tuğrul’dan saklamayı başardı. Hikmet abi Tuğrul’un omzuna hafifçe dokunarak onu sakinleştirdi.

‘’Evet, internetten Türkçeye tercümesini yaptırdım. Mesajda diyor ki ‘Seni çok beğendim, çok çekicisin ama buluşmaya gelemedim özür dilerim. Şimdi seni lise okulunun kömürlüğünde bekliyorum.’ Bu kadar.’’

‘’Tamamdır, ben çıkıyorum. Duruma göre haberleşiriz,’’ dedi Tuğrul. Yerinden kalkmaya yeltendi. Hikmet abi omzuna daha sert bastırdı ve kalkmasına izin vermedi.

‘’Olmaz öyle. Toplanın, hep beraber gidiyoruz. Bizim götümüzde ayı bağırıyor, sen aşna fişne yapacaksın, öyle mi? Neymiş bu Japon kızının derdi, gidelim görelim.’’

Hikmet abi hükmü verdi ve toplanıp evden çıktık.

---

Kasabanın lise okulu Hikmet abilerin evinin arka sokağındaydı. Kısa sürede okula vardık. Hafta sonu tatilinde olan okulun kapılarını hademeye açtırdı Hikmet abi. Bodrum kata indik. Kömürlük, uzun ve karanlık koridorun sonundaydı. Tuğrul önden ağır adımlarla ilerlemeye başladı. Yavuz, plastik borudan yapılma tüf tüfü çıkardı belinden. Nuran yenge, rulo halinde ucu sivri kağıt parçalarından bir kısmını Yavuz’a verdi. Yavuz, silahının aldığı kadarını namluya sürdü ve nişan aldı. Hikmet abi kısık sesle çileden çıktı:

‘’Nuran! Ne yapıyorsunuz siz? Kafayı yedin iyice. Koca adamı da alet ettiğin işlere bak,’’ dedi. Nuran yenge sağ elinin işaret parmağıyla sus işareti yaptı ve ekledi:

‘’Bu muskalar türlü beladan korudu seni bugüne kadar, haberin yok.’’

Tuğrul önde, Yavuz ve Nuran yenge dizlerini kırmış şekilde arkadaydı. Karanlığa doğru seslendi Tuğrul:

‘’Japanese, my dear!’’

Arkadan apar topar bir gürültü koptu. Merdivenlerden aşağı uçarcasına inen jandarma ekibi ve Japon heyetinin diğer üyeleri yanımıza kadar geldi fakat hiçbiri Tuğrul’un önüne geçme cesaretini gösteremedi. Japonlardan biri cep telefonunu çıkardı ve sosyal medya uygulamasından canlı video başlattı. Bir şeyler söyledi. Anlamadığım için en arkadaki tercümana döndüm.

‘’İşte robotların devri başlıyor,’’ dedi.

Jandarma komutanı cebinden fenerini çıkardı ve ileri doğru tuttu. Koridorun sonunda yarısı çürük tahta bir kapı vardı. Hepimiz o noktaya kilitlendik. Tam o anda kapı açıldı ve açıldığı gibi tüf tüfünden bir tane savurdu Yavuz. Jandarmalar üstüne çullandı hemen.

O hengame içerisinde tahta kapı açıldı. Ağır, ritmik adımlarla öne çıktı ve kendini gösterdi robot. Hepimiz şok içindeydik. Gerçekten de Robocop’u andırıyordu. Yüzü insan suretindeydi. Gerisi metal. Üstünde siyah bir örtü vardı.

‘’Kara cübbeliler zuhur etti,’’ dedi Nuran Yenge. Fısıltıyla dualarına başladı.

Robotun donuk bakışları sessizliğin içinde ürkütücü bir hal alıyordu. Japonlar aralarında konuşmaya başladı. Muhtemelen kayıp arkadaşlarına sesleniyorlardı. Derken o da çıktı kapıdan. Tuğrul üstüne atlayacak oldu ama kolundan yakaladım. Japon kız robotla beraber üç adım öne yürüdü, kenara çekildi ve ‘’Uti, non abuti,’’dedi.

‘’O ne demek ya?’’ dedi Yavuz.

‘’Ne bileyim lan, aç bak sözlüğe,’’ diye cevapladı Tuğrul.

Bu sözün ardından robotun arkasından, robotun yarı boyunda siyah cübbeli biri çıktı ve yan yana durdular. Aynı anda siyah cüppelerini çıkardılar. Koridorun ışıkları, sahne ışığı gibi yandı üstlerine.

Japon heyet: ‘’Manus dei.’’

Nuran yenge: ‘’Ataullah!’’

Hikmet abi: ‘’Ata!’’

Çocuğun tek hareketiyle robot diz çöktü ve hareketsiz kaldı. Japon kız çılgınca alkışlamaya başladı. ‘’Bravo, bravo,’’ diyordu. Tuğrul da alkışa başlayıp tiz bir ıslık çaldı. Ortamdaki gerginliğin geçmesiyle hepimiz alkışa başladık.

Japon heyet önce koşup kendi arkadaşına sarıldı sonra Ata ya da Ataullah’ın elini sıkmaya başladı.  Tercüman, jandarma ekibi, Hikmet abi ve Nuran yenge de robot ile çocuğun etrafını sardı. Tuğrul, Yavuz ve ben turuncu ışıkların altında olan biteni anlamaya çalışıyorduk.

Bir saat içinde Belediye Başkanı, İlçe Müdürleri okula gelmişti. Okulun bahçesine kürsü getirtilmiş, protokol için oturma planı hazırlanıyordu. Hikmet abi kaşla göz arası takım elbise giymiş, yeşil kravatı kısa kalmış, göze batıyordu. Bahçede oradan oraya koşturduğu bir anda yolunu kestik.

‘’Hikmet abi ne oluyor Allah aşkına? Bu ne koşturmaca böyle. Eğlence vardı da biz mi kaçırdık? Bir anlat bakalım, ne oluyor, ne bitiyor? Aşağıda, koridorda yüzümüze bakmadan geçtin gittin zaten,’’ dedim. Hikmet abinin yüzündeki tebessüm, kıvançlı bir ciddiyete bıraktı yerini.

‘’Kardeşlerim, bizim oğlan Ata, haberlere bakıyor, tırcı Erhan’ın oğluyla konuşuyor, tırda akıllı robot olduğunu anlıyor. Sonra oturuyor bilgisayar başına robotun kafasına giriyor. Telefondan kumanda ediyor. İlk gece mısır tarlasında saklıyor. Karanlıkta okulun kömürlüğüne arka kapıdan sokuyor. Tuğrul’un telefon numarasını da kopyalamış, Japon kıza Tuğrul’un ağzından güzel mesajlar atıp kendi yanına çekiyor. Olay bu,’’ diyerek sevinçle anlattı Hikmet abi.

‘’Niye böyle şeyler yapmış abi ben anlamadım?’’ Tuğrul’un canı sıkılmış, morali bozulmuştu.

‘’Şov dünyası,’’ dedi Hikmet abi. Ağzı kulaklarındaydı. ‘’Kendini kanıtladı. Bak şimdi bu Japon şirket Ata’yı Japonya’da okutacak. Sonra da Türkiye’de kurulacak fabrikanın başına koyacak. Ülkemiz için bu değerli anlaşmayı da ilçemizde açıklayacağız. Bakanlar gelecek, Büyükelçi gelecek. Hazırlıklar başladı.’’

Okula gelen Kaymakamı karşılamak için koşarak yanımızdan ayrıldı Hikmet abi. Biz de ağır adımlarla Laguna’ya doğru yürüdük.

Yavuz: ‘’Abi dursaydık. Hani bilişim ekibi bizdik. Belki bize de bir ödül falan verirler.’’

Tuğrul: ‘’Yahu yürü Allah aşkına. Eğlensinler kendi başlarına. İşler tatlıya bağlandı ya bizi kimse görmez artık.’’

Selim: ‘’Bak sen şu ufacık çocuğun yaptığına. Herkesi parmağında oynattı. Bir de bu akıllı cihazlar çocukları aptallaştırıyor derler…’’

Tuğrul: ‘’Ata!’’

Yavuz: ‘’Ataullah!’’

Selim: ‘’Deus Ex Machina!’’