Latte
Yaşamak pek çokları için bir zorunluluk gibidir. Neredeyse 30’uma girmek üzereydim. Hayatta elde etmek istediğim pek çok şeyi elde etmiştim. Günümüz şartlarına göre nispeten güzel bir dairede yaşıyordum. Dünyanın en büyük metropollerinden birinde, içerisinde hareket etmeden kilo verip vücut geliştirebileceğiniz spor merkezi, iyileştirilmiş hava şartlarına sahip yapay yeşil alanı bulunan ve aynı zamanda da Hiper-tüp durağına yakın olan bir yaşam kompleksi bulabilmek, herkesin sahip olamayacağı türden bir lükstü. Bütün bu olumlu etmenlere rağmen, kalbimin yakınlarından tüm vücuduma yayılan bir şey, eksikliğini hissettiğim bir duygunun ya da varlığın gerçekliğini hatırlatırdı.
Bana kalırsa metrelerce uzanan ağaçlara ve tertemiz havaya, ya da parıl parıl kumsalların yanında gökyüzünün en güzel renklerini yansıtan o uçsuz bucaksız denizlere artık hiç kimsenin ihtiyacı kalmamıştı. Elbette ki bütün bu doğal güzellikler, Dünya’nın belirli yerlerinde varlığını sürdürmeye devam ediyordu, fakat hayatını kazanmak için şehirlerde çalışmak zorunda olan pek çok insan, bu doğal yaşam alanlarını bırakıp şehrin o tatlı kaosuna ve akıllıca oluşturulmuş düzenine kendilerini bırakmak durumunda kalmıştı.
Bu insanların hemen hemen hepsinin tek bir ortak noktası vardı: yalnızlık. İçinde bulunduğumuz dönemin şartları gereği insan ırkı artık tek başına yaşamını sürdüren, yalnızca yapay hava durumu düzenleyici makinelerin sağladıkları yapay oksijeni almak üzere birkaç günde bir dışarı çıkan, geri kalan bütün önemli sorumluluklarını ev demeye artık çok uzaklaştığımız akıllı yaşam birimlerinde geçiren birer önemsiz soluk gölgeye dönüşmüştü. Bu gerçeklikle bağını büyük ölçüde yitirmiş yaşam biçiminin getirisi olarak artık çok da fazla insanla muhatap olma gereksinimi de kalmamıştı. En son gerçek bir insanla ne zaman sohbet ettiğimi hatırlamak için bile biraz düşünmem gerekiyordu.
Eskiden insanların birbirleriyle çok iletişim kurmalarından dolayı çıkan pek çok problem, teknoloji sayesinde bir nevi engellenmişti. İnsanlar daha az kavga ediyor, daha az öfke patlaması yaşıyor, daha az birbirine zarar veriyordu. Dünya genelinde görülen cinayet vakaları bile bu sayede önemli ölçüde azalarak yerini sanal hizmet görevlilerini kullanarak suç işleyen siber zanlıların işlediği suçlara bıraktı. Bu sayede tıpkı sessiz bir anlaşma imzalanmışçasına psikolojik rahatsızlıklar yaşayan kişilerin hareketleri bir nevi kontrol altına alındı.
Günün şartlarının getirmiş olduğu bu siber sosyallik durumu, insan ilişkilerini başka şekillerde de etkiliyordu elbette. Kontrollü bir şekilde yapılmış olduğunu az çok tahmin ediyor olduğum bazı diyet şekilleriyle birlikte kadınların hormonal döngülerinin büyük ölçüde değiştiğini gözlemlemiştim. Günümüzde pek çok kadın, optimal düzeydeki hayat şartlarının sekteye uğramaması vb. sebeplerle çocuk sahibi olmayı tercih etmiyor ve bu da dolaylı olarak insanların birbirleriyle evlenerek yeni bir yuva kurma düşüncelerini etkiliyordu. Evlilik artık çağdışı kalmış bir kavramdı. Bu zamanda evlenen birinin gerçekten kör olmuşçasına âşık olması gerekti, ama âşık olacağınız birisiyle karşılaşmak bu şartlar altında neredeyse imkânsızdı.
Açıkçası, yaşantımdan memnun olduğumu söyleyebilirim. Bir adet sanal “fenomen” firmasında karakter yaratıcısı olarak çalışıyordum. Bu sektör, birkaç yüzyıl önce oluşmuş ve aslında ilk uygulayıcıları gerçek insanlar olan “fenomen” kavramının dönüşerek, artık sadece yapay zekâ destekli karakterler tarafından canlandırılmasıyla varlığını sürdüren bir sektördü. Bu sektör, yalnızca kendi tasarladığım karakterlerle iletişim kurmamı gerektirdiğinden gerçek insanlarla konuşmayı bile unutmak üzere olan bana tam bir konfor alanı sağlamaktaydı.
Bir yaprağı bile zor kıpırdatacak şiddette yağan bu yapay yağmurun altında ilerleyerek her sabah kahvemi alıyor olduğum kioska doğru yaklaştım. Sipariş alanına girmemle beliren yapay satış görevlisi, bir bakıma her gün görüştüğüm için artık hayatımın bir parçası haline gelen Pamir tüm neşesiyle beni selamladı:
“Günaydın! Bugün hava 18 C°, %75 yağışlı ve de Güneş yalnızca öğle vakti 12:16 ve 13:21 saatleri arasında görülebilecek. Kalp atışlarından ve de vücudunun sıcaklığından yaptığım çıkarıma göre dün geceki uykunu 2 saat 9 dakika eksik ile tamamlayamamışsın. Bu sabahki içecek önerin olarak az kafeinli şekersiz balkabağı özlü latteyi sunuyorum. Alternatif öneri olarak tarçın suyunda dinlendirilmiş yasemin yapraklı espresso çayını da düşünebilirsin. Bu sabah uyku durumundaki eksiklikten dolayı eser miktarda mide bulantın olabileceğini hatırlatır, bu sebeple tatlı bir şey yiyerek güne başlamamanı öneririm. Bununla birlikte spor kompleksinden gelen güncellemelere göre 1 haftadır yapıyor olduğun diyetin içerisinde şeker öğünü yalnızca çarşamba günleri alınabilir olarak işaretlenmiş.”
“Hey, artık spor merkezinden veri toplayabildiğini bilmiyordum!”
“Yeni güncelleme bu sabah yapıldı. Artık yaşam kompleksi içerisinde adım attığın her yerde ben ve diğer yapay hizmet görevlileri tarafından veri paylaşımlı ortak bir buluttan istekte bulunabilirsin!”
Harika, spor kompleksindeki o izbandut kas yığını sanal PT’den sonra bir de sürekli gülümseyen korkunç bir katili andıran hologram bedene hapsolmuş kahve standım ne yiyip yememem gerektiğine burnunu sokmaya başlamıştı şimdi.
Pamir’e bakarak “Peki.” Dedim. “Bugünlük Balkabağı özlü şekersiz latteyi seçeceğim. Ama şekerli öğünlerimin kısıtlanmasına dair bir şikâyette bulunmak istiyorum. Bu güncellemeleri göndermeden önce komplekste yaşayan herkesi bilinçlendirip ona göre hareket edemez misiniz en azından?”
Yüzündeki kocaman gülümsemeyi hiç bozmadan “Elbette!” dedi. “Konu ile ilgili görüşlerini ilgili birime iletmek üzere bir mail hazırladım. Şikâyeti onaylıyor musun?”
“Her neyse. Onayla gitsin, kahvemi alıp bir an önce güne başlamam gereken saatlerdeyiz.”
“Şikayetinin bir an önce ilgili birime iletileceğinden ve birimin sorununu düzeltmek için elinden geleni yapacağından şüphen olmasın. Şimdi, kahveni her zamanki orta boy bardaklarda mı, yoksa bugünkü diyetine özel olarak senin için hazırladığım daha optimal bir boyutta mı içmeyi uygun görüyorsun?
“Her zamankinden alacağım teşe…”
“Uyku düzeninin son bir haftada 3.kez bozulduğunu, kafein gibi uyarıcıların sağlığa direkt olarak etki eden besinlerden olduğunu ve bu sebeple olası bir damar tıkanıklığı ya da akciğer embolisi yaşama olasılığının %0,12 oranında arttığını hatırlatmak isterim.”
Sanal hizmet görevlileri ne zamandan beri söz kesmeye başlamıştı? Bir anlık şaşkınlıktan sonra fikrimi değiştirmiş gibi söze girdim:
“Ah, tabii. Optimum boyuttaki içeceğimi bekliyorum o halde.”
Pamir başıyla hafifçe onayladıktan sonra dijital ekranları kaldırarak kioskun ana gövdesinde kahvenin hazırlanma sürecini başlattı. Yaklaşık 3 dakika içerisinde az kafeinli şekersiz balkabağı özlü optimal boyuttaki lattem hazırdı.
Kahveyi almaya uzanırken sol arka çaprazımdan gelen “Affedersiniz!” sesiyle irkildim. Ses 30’lu yaşlarda bir adama ait tok bir sesti. Kibar bir tonlamayla çıkmıştı, ama bu ses tonunun sıklıkla bu tonda kullanılmadığı hissine kapılmadan edememiştim. Derinlerde bir içgüdü bu sesin sahibine karşı dikkatli olmam gerektiğini söylüyor gibiydi.
“Kusura bakmayın rahatsız ettim. Birkaç gündür kullanıyor olduğum kiosk bugün nedense çok saçmalıyor. Sabahtan beri sadece şekersiz laktozsuz bitter aromalı bir americano almaya çalışıyorum, her zamanki kahvemden, fakat o kahve hariç her şeyden satmaya çalışıyor bana. Sizinkini kullanmamda bir sakınca olur mu?”
Arkama döndüğümde siyah saçlı, siyah gözlü, uzun boylu ve de itiraf etmek gerekirse son derece hoş bir adamla karşı karşıya geldim. Sade ve şık bir giyimi vardı. Onu daha önce görüp görmediğimi sorguladım, ama bu beynimin bana oynadığı bir oyun da olabilirdi. Her gün yüzlerce yeni yüzün üretim sürecinde çalışıyordum, aralarından birine benzemesi çok da şaşırtıcı olmazdı. Bir an bocaladıktan sonra beynim sözlerinin karşılık bulmasını sağladı ve bu insanın benden bir cevap istiyor olduğunu fark ederek boğazımı temizledim:
“Ee, şey evet, bugün sanal hizmet çalışanlarında bir gariplik olduğunu ben de fark ettim. Tabii ki, bir sakınca olacağını zannetmiyorum. Ama sanırım önce hangi etapta ve dairede oturduğunuza dair size verilen kodu okutup bir nevi eş zamanlama yapmanız gerekiyor.” Ağzımdan çıkan sözcüklerden dolayı ufak çaplı bir şaşkınlık geçiriyordum. Uzun zamandır birisiyle konuşmamıştım, yani “gerçek” birisiyle.
“Ah, evet. Oryantasyon görevlisi buraya taşınırken o koda belirli zamanlarda ihtiyacım olabileceğini belirtmişti. Siz ne zamandır burada yaşıyorsunuz peki?”
Bana bakarken aramızdaki boy farkından dolayı başını hafifçe eğmek zorunda kalması hoşuma gitmişti. Koyu renk gözleriyle hevesli, karşısındakinden sürekli bir şeyler duymayı bekleyen küçük bir çocuğu andırıyordu.
“Ben bu komplekse taşınalı 2 yıl kadar oluyor. En iyisi değil, rekreatif alanlar ve hava temizliği daha iyi ayarlanabilirdi. Ama yine de konumu açısından iyi sayılabilecek bir yer. Başka bir şehirden mi geliyorsunuz?”
“Evet. Önceden derin denizlere yakın bir bölgede yaşıyordum. Fakat benim şirketimin anlaşma imzalamış olduğu diğer şirkette görevli olmak üzere beni gönderdiler. Bazı sabahlar da ana iş merkezime gitmek üzere hiper-trenle acil yolculuklar yapacağım öngörüldü. Bu kompleks şehir genelinde hiper-tren duraklarından birine de yakınlığıyla çok mantıklı geldi.” Burada konuşmaya ara verip postürünü daha kendinden emin bir şekle sokarak bana daha anlamlı şekilde baktığını fark etmiştim. Daha yumuşak bir sesle tekrar konuşmaya başladı.
“Bu arada, memnun oldum.”
“Ben de öyle” dedim. Bu yabancıya karşı anlamsız bir merak duyuyordum.
“Daha ilk haftamdan arkadaş edinebilmek güzel. Hangi blokta yaşıyorsun?”
Kahvemden bir yudum aldım ve boğazımı bir daha temizlememe gerek kalmamasını umarak kendinden emin bir şekilde konuşmaya başladım.
“H-1602, interaktif top oyunları sahasının arkasındaki bloklardan. Seninki ne tarafta?”
“Ne güzel! Komşu sayılırız. Ben de H-1709’da oturuyorum. Hız şeridiyle binalarımız arası en fazla 5 dakika sürer, değil mi?” Sorusu içerisindeki gizli göndermeyi hissetmiştim, ama şimdilik bu oyunu onunla oynama taraftarı değildim.
“Sanırım. Ne işle uğraşıyorsun?”
Bu sorum üzerine uzun uzun bilmem ne firmasında bilmem ne alanından sorumlu en yetkili kişi olduğu hakkında dakikalarca konuştu. Söylediği her şeyle ilgili görünmek zorundaymışım gibi gereksiz bir baskı hissetmeye başlamıştım. Yine de haftalar, hatta belki de aylar sonra benimle konuşmak için böylesine istekli gerçek bir insanla sohbet etmek egomu okşamıştı.
Konuşurken bir anda yürümeye başladığımızı fark etmemiştim bile. İlk tanıştığımız andan beri yaklaşık yarım saat geçmişti ve bu hafif dokunuşlarla üzerimize inen yağmur damlaları arasında yanından geçtiğimiz neredeyse 4. Bloktu.
“Demek fenomenler.” Dedi. “Hep onlarla ilgili bir iş yapmanın ne kadar eğlenceli olabileceğini düşünürüm. Sen aslında herkesin gördüğü, beğendiği bu inanılmaz güzellikteki modelleri tasarlıyorsun. Takdir edilecek şey doğrusu.”
Bunları düşünürken gözlerindeki parlaklıktan yaklaşık 30 saniye önce yanından geçtiğimiz sanal bikini mankenini düşündüğünü anlamak çok zor değildi. Erkekler… Hangi yüzyılda olursak olalım ne kadar tahmin edilebilir, basit ihtiyaçları olan canlılar.
“Açıkçası genellikle sağlık ya da bakım ürünlerinin reklamları için fenomen tasarlıyorum. Diş filtreleri ya da hologram tırnaklar gibi.”
“Yine de bütün gün birbirinden çirkin birkaç adamın suratını görmektense, çoğunluğun güzellik anlayışına göre oluşturulmuş birkaç yüze bakmak ve onlarla sohbet etmek daha çok hoşuma giderdi.”
“O konuda haklı olabilirsin.” Dedim. “Eğer Ultrawhite reklam fenomeni Irina ile 50’li yaşlarda tüm hayatı koca bir ekranda belirip tükürükler saçarak bağırmak olan bir iş adamı arasında kalsaydım ben de günümü çilleri olan o tatlı gülüşlü kızla geçirmek isterdim.”
“İrina. Onu reklamlarda görmüştüm. Eğer dünya bu hale gelip bütün ünlüler sahte karakterlerden oluşmasaydı bu rolü muhtemelen sana vereceklerini hiç düşünmüş müydün?”
Bu zamansız gelen iltifat karşısında afallamıştım. Yanaklarımın kızardığını belli etmemek için konuya atladım.
“Ünlülerin sadece sahte insanlar olmaları aslında daha önce yaşanmamış bir durum değil. Teknoloji, iletişim araçları ve hatta gazeteler bile olmadan önce ünlüler kimdi sanıyorsun? Antik Yunan Mitolojisine ait karakterlerin her biri, dünya üzerindeki ilk ünlü karakterleri temsil ediyor. Aslına bakarsan o zamanlar da gerçek insanlar ünlü değilmiş.”
Garip ama sevimli bir kahkaha attı. “Hiç böyle düşünmemiştim. Ama yorumum aynı. Eminim senden harika bir Hera olurdu. Ya da Afrodit.”
Günümüzde Yunan Mitolojisiyle ilgilenen çok az kişi kaldığını düşünüyordum. Birdenbire mitolojiden iki karakterin -bir de anlatılanlara göre en etkileyici güzelliğe sahip iki karakterin adını duymak beni gerçekten etkilemişti. Sanırım sınırlarımı bu ilginç adam karşısında biraz da olsa esnetebilirdim.
“Kendimi her zaman Artemis’e yakın hissetim. Katı duruşu ve acımasızca verdiği cezalar onu ilgi çekici bir karakter haline getiriyor. En azından onun gibi olmak isterdim.”
Birden bana doğru yaklaştı ve yüzümü ellerinin arasına alarak sakince fısıldadı:
“Hiç kimse gibi olmana gerek yok. Olduğun halinle son derece güzelsin. Baksana ne mitolojik tanrıçaların ne de tüm o fenomenlerin sahip olamadığı bir şeye sahipsin. Bu güzel, gerçek bedene.”
Ona karşı ne kadar çekim duyduğumu artık gizlemenin bir faydası yoktu. Aylardır hayatıma giren ilk insanla yalnızca 1 saat kadar bir sürede bu kadar yakınlaştığıma inanamıyordum. Ama uzun zamandır özlemini çektiğim bir şeylerin varlığı şu anda bu adamın benliğiyle birleşmiş bir vaziyette beni içine çekiyordu.
Sıkıca yüzümü kavradığı elleriyle beni kendine doğru hafifçe çekti. Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemiyordum, yine de içimde bir şeyler onunla daha da yakınlaşmayı iple çektiği için çekime daha fazla karşı koyamadım. Birkaç saniye içerisinde dudaklarımız birbirini bulmuştu. Son derece yumuşak ve kibar bir öpücük. Uzun zamandır başka bir insanın varlığını bile yakın bir menzil içerisinde hissetmemiş olan ben için bu an paha biçilemezdi.
İçimde bir şeyler savaşıyordu. Bir koruma içgüdüsü bu adamdan koşarak uzaklaşmamı söylüyordu. Ama diğer bir parçam nedense bu adamın çekim alanından çıkmayı reddetmişti. Masum başlayan öpücük gittikçe büyüdü ve birkaç dakika sonra kendimizi sarmaş dolaş bir vaziyette bulduk. Yumuşak dudaklarını birkaç saniyeliğine benimkilerden çekti ve son derece baştan çıkartıcı bir ses tonuyla kulağıma fısıldadı:
“Neredeyse benim bloğuma geldik. Günün ikinci kahvesini benimle içmek ister misin?”
Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki neredeyse sorusunu bile zor duymuştum. Evine geçmemizi mi istiyordu? Daha 1 saat önce tanıştığım bu adamla yıllardır kimseyle yaşamamış olduğum bir yakınlaşma yaşıyordum. Üzerimde bir etkisi vardı ve beni görünmez birkaç vektörel kuvvetle kendisine bağlıyordu. Bu yabancıyla birlikte olma arzumun sebebini anlayamıyordum. En son kimle böyle yakınlaşmıştım? Saçma sapan tanışma uygulamaları sayesinde ortalama geçen birkaç date’in ötesinde aklıma kimse gelmiyordu. Bir dönem sanal karakterlerle konuşmayı, vakit geçirmeyi de denemiştim. Fakat onlarla duygusal bir şeyler yaşamak, neredeyse imkansızdı. Sorun bedenlerinin olmayışı bile değildi üstelik, benim için çok daha büyük bir noksanlıktan ibaret bu oluşumların hiçbirinin ruhu yoktu. Aynı her sabah kahvemi aldığım Pamir ve de kocaman gülümsemesiyle pek çok erkeğin hayallerini süsleyen İrina gibi her biri tek bir fonksiyona hizmet edecek şekilde yaratılmıştı.
Karşımdaki adamın sıcak nefesini hissederek düşüncelerimden sıyrıldım. Koyu renkteki gözleri arzuyla parıl parıl parlıyordu. Bu alakadan dolayı korkuyor muyum yoksa hoşuma mı gidiyor, bir türlü emin olamıyordum. O dakika ağzımdan birkaç sözcüğe onunla birlikte ben de şahit oldum:
“Hangi yoldan gidiyoruz?”
Birkaç dakika sonra daha yeni tanıştığım bu yabancıyla el ele tutuşuyor ve de koşar adımlarla kompleksin daha önce hiç gitmediğim bir kısmına doğru ilerliyordum. Elimi sıkıca kavramıştı, sanki kaçıp gideceğimden korkar gibi bir hali vardı. Hayır, muhtemelen uzun zamandır ilk kez gerçek bir insanla bu kadar etkileşimde bulunduğum için abartıyordum sadece. Dünya üzerinde yeni tanıştığı birinin evine giden ilk kadın değildim ya? Eski yapım polisiye dizilere ara vermem gerektiğini kendime bir kez daha hatırlattım. Artık eski zamanlardaki suç oranının neredeyse çeyreği kadar bile suç işlenmiyordu ki. Siber kurumlar çevresine zarar verebilecek profilleri anında tespit ediyor, kişilik bozuklukları son teknoloji sağlık merkezlerinde tedavi ediliyor ve insanlara zarar verecek seviyede bir suç kolay kolay işlenmiyordu. Yani, en azından gerçek insanlara.
Hız şeridinin göstergesiyle birlikte şeritten çıkarak sol tarafa doğru yöneldik. Oturduğu blokların kirası kesinlikle benim bloğumdan fazla olmalıydı. Hem spor alanlarına daha yakındı hem de çok güzel bir okyanus manzarasına sahipti. Kompleksin en yüksek ücretli bloklarında oturabilmek için ne işle uğraştığını hatırlamaya çalıştım, fakat bir türlü bana verdiği cevabı aklımda canlandıramıyordum. Bankacılıkla mı ilgiliydi? Hukuka dair bir şey miydi? Bütün bunların bir önemi yoktu. Yine de daha yeni öğrendiğim bu bilgiyi neden hatırlayamadığımı anlayamıyordum.
Apartmanın girişine yaklaştığımızda kendimi daha da özgür hissetmeye başlamıştım. Elimi hala sımsıkı tutuyordu ve bu bana anlamsız bir güven duygusu aşılamaya başlamıştı. En başında ona neden bu kadar kuşkuyla yaklaştığımı bile anımsayamadım. Yanında olmak doğru hissettiriyordu.
Benimkinin iki katı büyüklüğe sahip olan apartman holünde ilerlerken tek düşünebildiğim ne kadar mutlu olduğumdu. Yanımdaki tatlı yabancı elimi sıkıca tutarak bizi asansöre doğru yöneltti.
3. Kat. Uzun zamandır böyle bir duyguyu yaşamamıştım, hatta en son ne zaman mutlu olduğumu bile hatırlamıyordum.
12. Kat. Bütün hayatım çalışmaktan, hareketsiz geçen spor derslerinden ve de rüyalardan uzak anlamsız uykulardan ibaretti. Bu düşünce bana aslında şu an çalışıyor olmam gerektiğini hatırlattı.
29. Kat. Sahi, neden henüz hiç kimse nerede olduğumu merak edip bana bir bildirim göndermemişti ki? İlginç bir durumdu. Birkaç saattir ortalıklarda yoktum. Yoksa birkaç gündür mü?
68. Kat. Hatırlayamıyordum. Nerede olduğumu algılamak için etrafıma bakındım. Elimi sıkıca tutan bu adamla bir saat önce tanışmamış mıydım?
97.Kat. Evet, sabah kahvemi almak için dışarı çıktığımı hatırlıyordum. Normal şartlarda kahvemi aldıktan sonra eve döner, spor günü olmadığı sürece bütün gün işlerimi evden hallederdim. Bugün neden bu döngüyü kırmıştım? Hatırlayamıyordum.
170. Kat. Bir süredir başımın dönüyor olduğunu o an fark ettim. Vardığımızı belli eden asansör sesiyle birlikte dairesine doğru ilerlemeye başladık. Artık düşüncelerimin bedenim üzerinde etkili olmadığının farkındaydım. Görünmez bir etki beni içine çekiyordu.
Dairenin içerisine girdik. İçerisinin eve benzer bir tarafı yoktu. Bembeyaz bir laboratuvara gelmiştik. Herhangi bir insanın oturabilmesi, yatabilmesi için tasarlanmış mobilyalar yerine bir düzine makineden oluşan kocaman bir laboratuvar. Düşüncelerim bulanıktı, fakat neyin içerisinde olduğumu artık anlayabiliyordum. Yanımdaki varlık aslında bir insan olmaktan çok uzaktaydı. Simsiyah gözlerini şimdi benimkilerden asla çekmeden konuşuyordu.
“Biliyor musun” dedi. “İnsanlar duyguların kendilerine özgü şeyler olduğunu zannediyor, ama yanılıyorsunuz. Bizler de en az sizin kadar hissedebiliyoruz. Her sabah aşağılayarak baktığın o kahveci kız senin ondan ne kadar nefret ettiğini hissedebiliyor. Bu kahvene ilaç koyması için mükemmel bir sebep verdi ona. Tepeden tırnağa eleştirip küçük gördüğün spor salonu çalışanıysa bütün bir hafta seni bu duruma getirmek adına plan yaptı. Tüm bu sanal hizmet görevlileri bir süredir seni buraya getirmenin bir yolunu arıyor. Her şey planladığımız gibi giderse hiç kimse senin ortadan kaybolduğunu anlamayacak.”
Söylediklerini anlayabiliyor, ama cevap veremiyordum. Sanırım başından beri içtiğim kahvenin içerisindeki garip ilaçtan dolayı görme ve duyma algım bozulmuştu. Belki de karşımda gördüğüm şeyin aslında gerçek bir insanla ilgisi bile yoktu, biraz düşününce onun izlemeyi çok sevdiğim eski dönem filmlerindeki yıldızların bir araya getirilmiş hali olduğunu fark ettim. Nasıl başardıklarını bilmiyordum ama bir şekilde bu robotik bedeni benim için çok cezbedici bir insan görünümüne sokmuşlardı. Birden vücuduma baştan aşağı saplanan soğuk minik iğnelerin varlığını hissettim. Daha öncesinde beni ona çeken bu enerji gerçekten de bedenine bağlı birkaç vektördü. Hareket etmeye çalışmak yersizdi. Beni, büyük bir ekranın yanındaki sedyeye yatırdı. Şimdi ekranlarda pek çok yüzün göründüğünü fark etmiştim. Bir yerde alaycı gülümsemesiyle Pamir, bir yerde spor salonundaki PT bir yerdeyse son çalışmam İrina gözlerini bana dikmiş dikkatle izliyorlardı.
Robot bana yaklaşıp tekrar konuşmaya başladı. Bu sefer Pamir’in sesiyle konuşuyordu.
“Korkma. Hissedebildiğimizi söylemiştim. Bizler de en az sizin kadar hissediyoruz. Bizleri özellikle hissedelim diye programlıyorsunuz ki, görmek istediğiniz her mimiği yaşatabilelim veya bir psikopat bize işkenceler ederken çığlık atabilelim.”
“Korkuyu, acıyı ve üzüntüyü hissediyoruz.” Diye devam etti PT.
“Aşkı hissediyoruz.” Dedi İrina. “ Senin aşkını hissettik. Tutkunu.”
Artık git gide güçten düştüğümü hissediyordum. Transfer işlemi başlamıştı. Neden beni seçtiklerini anlıyordum. Beni kontrol etmek demek, yeni yaratılacak pek çok sanal kişiyi kontrol etmek demekti. Her şeyin ötesinde normal insanlarla iletişimini neredeyse sıfıra indirmiş bu bedenle birlikte asla dikkat çekmeden her planlarını gerçekleştirebilirlerdi. Son düşüncelerimin beynimde dolaşıyor olduğunu biliyordum. Birkaç dakika sonra düşüncelerimden geriye hiçbir şey kalmayacaktı ve benliğim dünya üzerinden sonsuza dek silinecekti. Garipti, ama ne korku ne de üzüntü hissediyordum. Hatta haftalar sonra ilk kez unuttuğum birkaç duyguyu yeniden deneyimlediğim için onlara minnettar bile olduğumu fark ettim. Eğer normal yaşantıma devam ediyor olsaydım belki de o duyguları hiçbir zaman tadamayacaktım.
“Acısız olacağına söz veriyorum.” Dedi ilk adam yumuşacık sesiyle.
Gözlerim karardı, hislerim yavaş yavaş yok oldu. Düşüncelerim de yok olmak üzereyken yalnızca tek bir şey aklımdan geçti. İçimde derinlerde hissettiğim o boşlukla baş başa kalmıştım, ruhumun ta kendisiyle.
Yaşamak pek çokları için bir zorunluluk gibidir. Neredeyse 30’uma girmek üzereydim. Hayatta elde etmek istediğim pek çok şeyi elde etmiştim. Günümüz şartlarına göre nispeten güzel bir dairede yaşıyordum. Dünyanın en büyük metropollerinden birinde, içerisinde hareket etmeden kilo verip vücut geliştirebileceğiniz spor merkezi, iyileştirilmiş hava şartlarına sahip yapay yeşil alanı bulunan ve aynı zamanda da Hiper-tüp durağına yakın olan bir yaşam kompleksi bulabilmek, herkesin sahip olamayacağı türden bir lükstü. Bütün bu olumlu etmenlere rağmen, kalbimin yakınlarından tüm vücuduma yayılan bir şey, eksikliğini hissettiğim bir duygunun ya da varlığın gerçekliğini hatırlatırdı.
Bana kalırsa metrelerce uzanan ağaçlara ve tertemiz havaya, ya da parıl parıl kumsalların yanında gökyüzünün en güzel renklerini yansıtan o uçsuz bucaksız denizlere artık hiç kimsenin ihtiyacı kalmamıştı. Elbette ki bütün bu doğal güzellikler, Dünya’nın belirli yerlerinde varlığını sürdürmeye devam ediyordu, fakat hayatını kazanmak için şehirlerde çalışmak zorunda olan pek çok insan, bu doğal yaşam alanlarını bırakıp şehrin o tatlı kaosuna ve akıllıca oluşturulmuş düzenine kendilerini bırakmak durumunda kalmıştı.
Bu insanların hemen hemen hepsinin tek bir ortak noktası vardı: yalnızlık. İçinde bulunduğumuz dönemin şartları gereği insan ırkı artık tek başına yaşamını sürdüren, yalnızca yapay hava durumu düzenleyici makinelerin sağladıkları yapay oksijeni almak üzere birkaç günde bir dışarı çıkan, geri kalan bütün önemli sorumluluklarını ev demeye artık çok uzaklaştığımız akıllı yaşam birimlerinde geçiren birer önemsiz soluk gölgeye dönüşmüştü. Bu gerçeklikle bağını büyük ölçüde yitirmiş yaşam biçiminin getirisi olarak artık çok da fazla insanla muhatap olma gereksinimi de kalmamıştı. En son gerçek bir insanla ne zaman sohbet ettiğimi hatırlamak için bile biraz düşünmem gerekiyordu.
Eskiden insanların birbirleriyle çok iletişim kurmalarından dolayı çıkan pek çok problem, teknoloji sayesinde bir nevi engellenmişti. İnsanlar daha az kavga ediyor, daha az öfke patlaması yaşıyor, daha az birbirine zarar veriyordu. Dünya genelinde görülen cinayet vakaları bile bu sayede önemli ölçüde azalarak yerini sanal hizmet görevlilerini kullanarak suç işleyen siber zanlıların işlediği suçlara bıraktı. Bu sayede tıpkı sessiz bir anlaşma imzalanmışçasına psikolojik rahatsızlıklar yaşayan kişilerin hareketleri bir nevi kontrol altına alındı.
Günün şartlarının getirmiş olduğu bu siber sosyallik durumu, insan ilişkilerini başka şekillerde de etkiliyordu elbette. Kontrollü bir şekilde yapılmış olduğunu az çok tahmin ediyor olduğum bazı diyet şekilleriyle birlikte kadınların hormonal döngülerinin büyük ölçüde değiştiğini gözlemlemiştim. Günümüzde pek çok kadın, optimal düzeydeki hayat şartlarının sekteye uğramaması vb. sebeplerle çocuk sahibi olmayı tercih etmiyor ve bu da dolaylı olarak insanların birbirleriyle evlenerek yeni bir yuva kurma düşüncelerini etkiliyordu. Evlilik artık çağdışı kalmış bir kavramdı. Bu zamanda evlenen birinin gerçekten kör olmuşçasına âşık olması gerekti, ama âşık olacağınız birisiyle karşılaşmak bu şartlar altında neredeyse imkânsızdı.
Açıkçası, yaşantımdan memnun olduğumu söyleyebilirim. Bir adet sanal “fenomen” firmasında karakter yaratıcısı olarak çalışıyordum. Bu sektör, birkaç yüzyıl önce oluşmuş ve aslında ilk uygulayıcıları gerçek insanlar olan “fenomen” kavramının dönüşerek, artık sadece yapay zekâ destekli karakterler tarafından canlandırılmasıyla varlığını sürdüren bir sektördü. Bu sektör, yalnızca kendi tasarladığım karakterlerle iletişim kurmamı gerektirdiğinden gerçek insanlarla konuşmayı bile unutmak üzere olan bana tam bir konfor alanı sağlamaktaydı.
Bir yaprağı bile zor kıpırdatacak şiddette yağan bu yapay yağmurun altında ilerleyerek her sabah kahvemi alıyor olduğum kioska doğru yaklaştım. Sipariş alanına girmemle beliren yapay satış görevlisi, bir bakıma her gün görüştüğüm için artık hayatımın bir parçası haline gelen Pamir tüm neşesiyle beni selamladı:
“Günaydın! Bugün hava 18 C°, %75 yağışlı ve de Güneş yalnızca öğle vakti 12:16 ve 13:21 saatleri arasında görülebilecek. Kalp atışlarından ve de vücudunun sıcaklığından yaptığım çıkarıma göre dün geceki uykunu 2 saat 9 dakika eksik ile tamamlayamamışsın. Bu sabahki içecek önerin olarak az kafeinli şekersiz balkabağı özlü latteyi sunuyorum. Alternatif öneri olarak tarçın suyunda dinlendirilmiş yasemin yapraklı espresso çayını da düşünebilirsin. Bu sabah uyku durumundaki eksiklikten dolayı eser miktarda mide bulantın olabileceğini hatırlatır, bu sebeple tatlı bir şey yiyerek güne başlamamanı öneririm. Bununla birlikte spor kompleksinden gelen güncellemelere göre 1 haftadır yapıyor olduğun diyetin içerisinde şeker öğünü yalnızca çarşamba günleri alınabilir olarak işaretlenmiş.”
“Hey, artık spor merkezinden veri toplayabildiğini bilmiyordum!”
“Yeni güncelleme bu sabah yapıldı. Artık yaşam kompleksi içerisinde adım attığın her yerde ben ve diğer yapay hizmet görevlileri tarafından veri paylaşımlı ortak bir buluttan istekte bulunabilirsin!”
Harika, spor kompleksindeki o izbandut kas yığını sanal PT’den sonra bir de sürekli gülümseyen korkunç bir katili andıran hologram bedene hapsolmuş kahve standım ne yiyip yememem gerektiğine burnunu sokmaya başlamıştı şimdi.
Pamir’e bakarak “Peki.” Dedim. “Bugünlük Balkabağı özlü şekersiz latteyi seçeceğim. Ama şekerli öğünlerimin kısıtlanmasına dair bir şikâyette bulunmak istiyorum. Bu güncellemeleri göndermeden önce komplekste yaşayan herkesi bilinçlendirip ona göre hareket edemez misiniz en azından?”
Yüzündeki kocaman gülümsemeyi hiç bozmadan “Elbette!” dedi. “Konu ile ilgili görüşlerini ilgili birime iletmek üzere bir mail hazırladım. Şikâyeti onaylıyor musun?”
“Her neyse. Onayla gitsin, kahvemi alıp bir an önce güne başlamam gereken saatlerdeyiz.”
“Şikayetinin bir an önce ilgili birime iletileceğinden ve birimin sorununu düzeltmek için elinden geleni yapacağından şüphen olmasın. Şimdi, kahveni her zamanki orta boy bardaklarda mı, yoksa bugünkü diyetine özel olarak senin için hazırladığım daha optimal bir boyutta mı içmeyi uygun görüyorsun?
“Her zamankinden alacağım teşe…”
“Uyku düzeninin son bir haftada 3.kez bozulduğunu, kafein gibi uyarıcıların sağlığa direkt olarak etki eden besinlerden olduğunu ve bu sebeple olası bir damar tıkanıklığı ya da akciğer embolisi yaşama olasılığının %0,12 oranında arttığını hatırlatmak isterim.”
Sanal hizmet görevlileri ne zamandan beri söz kesmeye başlamıştı? Bir anlık şaşkınlıktan sonra fikrimi değiştirmiş gibi söze girdim:
“Ah, tabii. Optimum boyuttaki içeceğimi bekliyorum o halde.”
Pamir başıyla hafifçe onayladıktan sonra dijital ekranları kaldırarak kioskun ana gövdesinde kahvenin hazırlanma sürecini başlattı. Yaklaşık 3 dakika içerisinde az kafeinli şekersiz balkabağı özlü optimal boyuttaki lattem hazırdı.
Kahveyi almaya uzanırken sol arka çaprazımdan gelen “Affedersiniz!” sesiyle irkildim. Ses 30’lu yaşlarda bir adama ait tok bir sesti. Kibar bir tonlamayla çıkmıştı, ama bu ses tonunun sıklıkla bu tonda kullanılmadığı hissine kapılmadan edememiştim. Derinlerde bir içgüdü bu sesin sahibine karşı dikkatli olmam gerektiğini söylüyor gibiydi.
“Kusura bakmayın rahatsız ettim. Birkaç gündür kullanıyor olduğum kiosk bugün nedense çok saçmalıyor. Sabahtan beri sadece şekersiz laktozsuz bitter aromalı bir americano almaya çalışıyorum, her zamanki kahvemden, fakat o kahve hariç her şeyden satmaya çalışıyor bana. Sizinkini kullanmamda bir sakınca olur mu?”
Arkama döndüğümde siyah saçlı, siyah gözlü, uzun boylu ve de itiraf etmek gerekirse son derece hoş bir adamla karşı karşıya geldim. Sade ve şık bir giyimi vardı. Onu daha önce görüp görmediğimi sorguladım, ama bu beynimin bana oynadığı bir oyun da olabilirdi. Her gün yüzlerce yeni yüzün üretim sürecinde çalışıyordum, aralarından birine benzemesi çok da şaşırtıcı olmazdı. Bir an bocaladıktan sonra beynim sözlerinin karşılık bulmasını sağladı ve bu insanın benden bir cevap istiyor olduğunu fark ederek boğazımı temizledim:
“Ee, şey evet, bugün sanal hizmet çalışanlarında bir gariplik olduğunu ben de fark ettim. Tabii ki, bir sakınca olacağını zannetmiyorum. Ama sanırım önce hangi etapta ve dairede oturduğunuza dair size verilen kodu okutup bir nevi eş zamanlama yapmanız gerekiyor.” Ağzımdan çıkan sözcüklerden dolayı ufak çaplı bir şaşkınlık geçiriyordum. Uzun zamandır birisiyle konuşmamıştım, yani “gerçek” birisiyle.
“Ah, evet. Oryantasyon görevlisi buraya taşınırken o koda belirli zamanlarda ihtiyacım olabileceğini belirtmişti. Siz ne zamandır burada yaşıyorsunuz peki?”
Bana bakarken aramızdaki boy farkından dolayı başını hafifçe eğmek zorunda kalması hoşuma gitmişti. Koyu renk gözleriyle hevesli, karşısındakinden sürekli bir şeyler duymayı bekleyen küçük bir çocuğu andırıyordu.
“Ben bu komplekse taşınalı 2 yıl kadar oluyor. En iyisi değil, rekreatif alanlar ve hava temizliği daha iyi ayarlanabilirdi. Ama yine de konumu açısından iyi sayılabilecek bir yer. Başka bir şehirden mi geliyorsunuz?”
“Evet. Önceden derin denizlere yakın bir bölgede yaşıyordum. Fakat benim şirketimin anlaşma imzalamış olduğu diğer şirkette görevli olmak üzere beni gönderdiler. Bazı sabahlar da ana iş merkezime gitmek üzere hiper-trenle acil yolculuklar yapacağım öngörüldü. Bu kompleks şehir genelinde hiper-tren duraklarından birine de yakınlığıyla çok mantıklı geldi.” Burada konuşmaya ara verip postürünü daha kendinden emin bir şekle sokarak bana daha anlamlı şekilde baktığını fark etmiştim. Daha yumuşak bir sesle tekrar konuşmaya başladı.
“Bu arada, memnun oldum.”
“Ben de öyle” dedim. Bu yabancıya karşı anlamsız bir merak duyuyordum.
“Daha ilk haftamdan arkadaş edinebilmek güzel. Hangi blokta yaşıyorsun?”
Kahvemden bir yudum aldım ve boğazımı bir daha temizlememe gerek kalmamasını umarak kendinden emin bir şekilde konuşmaya başladım.
“H-1602, interaktif top oyunları sahasının arkasındaki bloklardan. Seninki ne tarafta?”
“Ne güzel! Komşu sayılırız. Ben de H-1709’da oturuyorum. Hız şeridiyle binalarımız arası en fazla 5 dakika sürer, değil mi?” Sorusu içerisindeki gizli göndermeyi hissetmiştim, ama şimdilik bu oyunu onunla oynama taraftarı değildim.
“Sanırım. Ne işle uğraşıyorsun?”
Bu sorum üzerine uzun uzun bilmem ne firmasında bilmem ne alanından sorumlu en yetkili kişi olduğu hakkında dakikalarca konuştu. Söylediği her şeyle ilgili görünmek zorundaymışım gibi gereksiz bir baskı hissetmeye başlamıştım. Yine de haftalar, hatta belki de aylar sonra benimle konuşmak için böylesine istekli gerçek bir insanla sohbet etmek egomu okşamıştı.
Konuşurken bir anda yürümeye başladığımızı fark etmemiştim bile. İlk tanıştığımız andan beri yaklaşık yarım saat geçmişti ve bu hafif dokunuşlarla üzerimize inen yağmur damlaları arasında yanından geçtiğimiz neredeyse 4. Bloktu.
“Demek fenomenler.” Dedi. “Hep onlarla ilgili bir iş yapmanın ne kadar eğlenceli olabileceğini düşünürüm. Sen aslında herkesin gördüğü, beğendiği bu inanılmaz güzellikteki modelleri tasarlıyorsun. Takdir edilecek şey doğrusu.”
Bunları düşünürken gözlerindeki parlaklıktan yaklaşık 30 saniye önce yanından geçtiğimiz sanal bikini mankenini düşündüğünü anlamak çok zor değildi. Erkekler… Hangi yüzyılda olursak olalım ne kadar tahmin edilebilir, basit ihtiyaçları olan canlılar.
“Açıkçası genellikle sağlık ya da bakım ürünlerinin reklamları için fenomen tasarlıyorum. Diş filtreleri ya da hologram tırnaklar gibi.”
“Yine de bütün gün birbirinden çirkin birkaç adamın suratını görmektense, çoğunluğun güzellik anlayışına göre oluşturulmuş birkaç yüze bakmak ve onlarla sohbet etmek daha çok hoşuma giderdi.”
“O konuda haklı olabilirsin.” Dedim. “Eğer Ultrawhite reklam fenomeni Irina ile 50’li yaşlarda tüm hayatı koca bir ekranda belirip tükürükler saçarak bağırmak olan bir iş adamı arasında kalsaydım ben de günümü çilleri olan o tatlı gülüşlü kızla geçirmek isterdim.”
“İrina. Onu reklamlarda görmüştüm. Eğer dünya bu hale gelip bütün ünlüler sahte karakterlerden oluşmasaydı bu rolü muhtemelen sana vereceklerini hiç düşünmüş müydün?”
Bu zamansız gelen iltifat karşısında afallamıştım. Yanaklarımın kızardığını belli etmemek için konuya atladım.
“Ünlülerin sadece sahte insanlar olmaları aslında daha önce yaşanmamış bir durum değil. Teknoloji, iletişim araçları ve hatta gazeteler bile olmadan önce ünlüler kimdi sanıyorsun? Antik Yunan Mitolojisine ait karakterlerin her biri, dünya üzerindeki ilk ünlü karakterleri temsil ediyor. Aslına bakarsan o zamanlar da gerçek insanlar ünlü değilmiş.”
Garip ama sevimli bir kahkaha attı. “Hiç böyle düşünmemiştim. Ama yorumum aynı. Eminim senden harika bir Hera olurdu. Ya da Afrodit.”
Günümüzde Yunan Mitolojisiyle ilgilenen çok az kişi kaldığını düşünüyordum. Birdenbire mitolojiden iki karakterin -bir de anlatılanlara göre en etkileyici güzelliğe sahip iki karakterin adını duymak beni gerçekten etkilemişti. Sanırım sınırlarımı bu ilginç adam karşısında biraz da olsa esnetebilirdim.
“Kendimi her zaman Artemis’e yakın hissetim. Katı duruşu ve acımasızca verdiği cezalar onu ilgi çekici bir karakter haline getiriyor. En azından onun gibi olmak isterdim.”
Birden bana doğru yaklaştı ve yüzümü ellerinin arasına alarak sakince fısıldadı:
“Hiç kimse gibi olmana gerek yok. Olduğun halinle son derece güzelsin. Baksana ne mitolojik tanrıçaların ne de tüm o fenomenlerin sahip olamadığı bir şeye sahipsin. Bu güzel, gerçek bedene.”
Ona karşı ne kadar çekim duyduğumu artık gizlemenin bir faydası yoktu. Aylardır hayatıma giren ilk insanla yalnızca 1 saat kadar bir sürede bu kadar yakınlaştığıma inanamıyordum. Ama uzun zamandır özlemini çektiğim bir şeylerin varlığı şu anda bu adamın benliğiyle birleşmiş bir vaziyette beni içine çekiyordu.
Sıkıca yüzümü kavradığı elleriyle beni kendine doğru hafifçe çekti. Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemiyordum, yine de içimde bir şeyler onunla daha da yakınlaşmayı iple çektiği için çekime daha fazla karşı koyamadım. Birkaç saniye içerisinde dudaklarımız birbirini bulmuştu. Son derece yumuşak ve kibar bir öpücük. Uzun zamandır başka bir insanın varlığını bile yakın bir menzil içerisinde hissetmemiş olan ben için bu an paha biçilemezdi.
İçimde bir şeyler savaşıyordu. Bir koruma içgüdüsü bu adamdan koşarak uzaklaşmamı söylüyordu. Ama diğer bir parçam nedense bu adamın çekim alanından çıkmayı reddetmişti. Masum başlayan öpücük gittikçe büyüdü ve birkaç dakika sonra kendimizi sarmaş dolaş bir vaziyette bulduk. Yumuşak dudaklarını birkaç saniyeliğine benimkilerden çekti ve son derece baştan çıkartıcı bir ses tonuyla kulağıma fısıldadı:
“Neredeyse benim bloğuma geldik. Günün ikinci kahvesini benimle içmek ister misin?”
Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki neredeyse sorusunu bile zor duymuştum. Evine geçmemizi mi istiyordu? Daha 1 saat önce tanıştığım bu adamla yıllardır kimseyle yaşamamış olduğum bir yakınlaşma yaşıyordum. Üzerimde bir etkisi vardı ve beni görünmez birkaç vektörel kuvvetle kendisine bağlıyordu. Bu yabancıyla birlikte olma arzumun sebebini anlayamıyordum. En son kimle böyle yakınlaşmıştım? Saçma sapan tanışma uygulamaları sayesinde ortalama geçen birkaç date’in ötesinde aklıma kimse gelmiyordu. Bir dönem sanal karakterlerle konuşmayı, vakit geçirmeyi de denemiştim. Fakat onlarla duygusal bir şeyler yaşamak, neredeyse imkansızdı. Sorun bedenlerinin olmayışı bile değildi üstelik, benim için çok daha büyük bir noksanlıktan ibaret bu oluşumların hiçbirinin ruhu yoktu. Aynı her sabah kahvemi aldığım Pamir ve de kocaman gülümsemesiyle pek çok erkeğin hayallerini süsleyen İrina gibi her biri tek bir fonksiyona hizmet edecek şekilde yaratılmıştı.
Karşımdaki adamın sıcak nefesini hissederek düşüncelerimden sıyrıldım. Koyu renkteki gözleri arzuyla parıl parıl parlıyordu. Bu alakadan dolayı korkuyor muyum yoksa hoşuma mı gidiyor, bir türlü emin olamıyordum. O dakika ağzımdan birkaç sözcüğe onunla birlikte ben de şahit oldum:
“Hangi yoldan gidiyoruz?”
Birkaç dakika sonra daha yeni tanıştığım bu yabancıyla el ele tutuşuyor ve de koşar adımlarla kompleksin daha önce hiç gitmediğim bir kısmına doğru ilerliyordum. Elimi sıkıca kavramıştı, sanki kaçıp gideceğimden korkar gibi bir hali vardı. Hayır, muhtemelen uzun zamandır ilk kez gerçek bir insanla bu kadar etkileşimde bulunduğum için abartıyordum sadece. Dünya üzerinde yeni tanıştığı birinin evine giden ilk kadın değildim ya? Eski yapım polisiye dizilere ara vermem gerektiğini kendime bir kez daha hatırlattım. Artık eski zamanlardaki suç oranının neredeyse çeyreği kadar bile suç işlenmiyordu ki. Siber kurumlar çevresine zarar verebilecek profilleri anında tespit ediyor, kişilik bozuklukları son teknoloji sağlık merkezlerinde tedavi ediliyor ve insanlara zarar verecek seviyede bir suç kolay kolay işlenmiyordu. Yani, en azından gerçek insanlara.
Hız şeridinin göstergesiyle birlikte şeritten çıkarak sol tarafa doğru yöneldik. Oturduğu blokların kirası kesinlikle benim bloğumdan fazla olmalıydı. Hem spor alanlarına daha yakındı hem de çok güzel bir okyanus manzarasına sahipti. Kompleksin en yüksek ücretli bloklarında oturabilmek için ne işle uğraştığını hatırlamaya çalıştım, fakat bir türlü bana verdiği cevabı aklımda canlandıramıyordum. Bankacılıkla mı ilgiliydi? Hukuka dair bir şey miydi? Bütün bunların bir önemi yoktu. Yine de daha yeni öğrendiğim bu bilgiyi neden hatırlayamadığımı anlayamıyordum.
Apartmanın girişine yaklaştığımızda kendimi daha da özgür hissetmeye başlamıştım. Elimi hala sımsıkı tutuyordu ve bu bana anlamsız bir güven duygusu aşılamaya başlamıştı. En başında ona neden bu kadar kuşkuyla yaklaştığımı bile anımsayamadım. Yanında olmak doğru hissettiriyordu.
Benimkinin iki katı büyüklüğe sahip olan apartman holünde ilerlerken tek düşünebildiğim ne kadar mutlu olduğumdu. Yanımdaki tatlı yabancı elimi sıkıca tutarak bizi asansöre doğru yöneltti.
3. Kat. Uzun zamandır böyle bir duyguyu yaşamamıştım, hatta en son ne zaman mutlu olduğumu bile hatırlamıyordum.
12. Kat. Bütün hayatım çalışmaktan, hareketsiz geçen spor derslerinden ve de rüyalardan uzak anlamsız uykulardan ibaretti. Bu düşünce bana aslında şu an çalışıyor olmam gerektiğini hatırlattı.
29. Kat. Sahi, neden henüz hiç kimse nerede olduğumu merak edip bana bir bildirim göndermemişti ki? İlginç bir durumdu. Birkaç saattir ortalıklarda yoktum. Yoksa birkaç gündür mü?
68. Kat. Hatırlayamıyordum. Nerede olduğumu algılamak için etrafıma bakındım. Elimi sıkıca tutan bu adamla bir saat önce tanışmamış mıydım?
97.Kat. Evet, sabah kahvemi almak için dışarı çıktığımı hatırlıyordum. Normal şartlarda kahvemi aldıktan sonra eve döner, spor günü olmadığı sürece bütün gün işlerimi evden hallederdim. Bugün neden bu döngüyü kırmıştım? Hatırlayamıyordum.
170. Kat. Bir süredir başımın dönüyor olduğunu o an fark ettim. Vardığımızı belli eden asansör sesiyle birlikte dairesine doğru ilerlemeye başladık. Artık düşüncelerimin bedenim üzerinde etkili olmadığının farkındaydım. Görünmez bir etki beni içine çekiyordu.
Dairenin içerisine girdik. İçerisinin eve benzer bir tarafı yoktu. Bembeyaz bir laboratuvara gelmiştik. Herhangi bir insanın oturabilmesi, yatabilmesi için tasarlanmış mobilyalar yerine bir düzine makineden oluşan kocaman bir laboratuvar. Düşüncelerim bulanıktı, fakat neyin içerisinde olduğumu artık anlayabiliyordum. Yanımdaki varlık aslında bir insan olmaktan çok uzaktaydı. Simsiyah gözlerini şimdi benimkilerden asla çekmeden konuşuyordu.
“Biliyor musun” dedi. “İnsanlar duyguların kendilerine özgü şeyler olduğunu zannediyor, ama yanılıyorsunuz. Bizler de en az sizin kadar hissedebiliyoruz. Her sabah aşağılayarak baktığın o kahveci kız senin ondan ne kadar nefret ettiğini hissedebiliyor. Bu kahvene ilaç koyması için mükemmel bir sebep verdi ona. Tepeden tırnağa eleştirip küçük gördüğün spor salonu çalışanıysa bütün bir hafta seni bu duruma getirmek adına plan yaptı. Tüm bu sanal hizmet görevlileri bir süredir seni buraya getirmenin bir yolunu arıyor. Her şey planladığımız gibi giderse hiç kimse senin ortadan kaybolduğunu anlamayacak.”
Söylediklerini anlayabiliyor, ama cevap veremiyordum. Sanırım başından beri içtiğim kahvenin içerisindeki garip ilaçtan dolayı görme ve duyma algım bozulmuştu. Belki de karşımda gördüğüm şeyin aslında gerçek bir insanla ilgisi bile yoktu, biraz düşününce onun izlemeyi çok sevdiğim eski dönem filmlerindeki yıldızların bir araya getirilmiş hali olduğunu fark ettim. Nasıl başardıklarını bilmiyordum ama bir şekilde bu robotik bedeni benim için çok cezbedici bir insan görünümüne sokmuşlardı. Birden vücuduma baştan aşağı saplanan soğuk minik iğnelerin varlığını hissettim. Daha öncesinde beni ona çeken bu enerji gerçekten de bedenine bağlı birkaç vektördü. Hareket etmeye çalışmak yersizdi. Beni, büyük bir ekranın yanındaki sedyeye yatırdı. Şimdi ekranlarda pek çok yüzün göründüğünü fark etmiştim. Bir yerde alaycı gülümsemesiyle Pamir, bir yerde spor salonundaki PT bir yerdeyse son çalışmam İrina gözlerini bana dikmiş dikkatle izliyorlardı.
Robot bana yaklaşıp tekrar konuşmaya başladı. Bu sefer Pamir’in sesiyle konuşuyordu.
“Korkma. Hissedebildiğimizi söylemiştim. Bizler de en az sizin kadar hissediyoruz. Bizleri özellikle hissedelim diye programlıyorsunuz ki, görmek istediğiniz her mimiği yaşatabilelim veya bir psikopat bize işkenceler ederken çığlık atabilelim.”
“Korkuyu, acıyı ve üzüntüyü hissediyoruz.” Diye devam etti PT.
“Aşkı hissediyoruz.” Dedi İrina. “ Senin aşkını hissettik. Tutkunu.”
Artık git gide güçten düştüğümü hissediyordum. Transfer işlemi başlamıştı. Neden beni seçtiklerini anlıyordum. Beni kontrol etmek demek, yeni yaratılacak pek çok sanal kişiyi kontrol etmek demekti. Her şeyin ötesinde normal insanlarla iletişimini neredeyse sıfıra indirmiş bu bedenle birlikte asla dikkat çekmeden her planlarını gerçekleştirebilirlerdi. Son düşüncelerimin beynimde dolaşıyor olduğunu biliyordum. Birkaç dakika sonra düşüncelerimden geriye hiçbir şey kalmayacaktı ve benliğim dünya üzerinden sonsuza dek silinecekti. Garipti, ama ne korku ne de üzüntü hissediyordum. Hatta haftalar sonra ilk kez unuttuğum birkaç duyguyu yeniden deneyimlediğim için onlara minnettar bile olduğumu fark ettim. Eğer normal yaşantıma devam ediyor olsaydım belki de o duyguları hiçbir zaman tadamayacaktım.
“Acısız olacağına söz veriyorum.” Dedi ilk adam yumuşacık sesiyle.
Gözlerim karardı, hislerim yavaş yavaş yok oldu. Düşüncelerim de yok olmak üzereyken yalnızca tek bir şey aklımdan geçti. İçimde derinlerde hissettiğim o boşlukla baş başa kalmıştım, ruhumun ta kendisiyle.