Kayboluş
Çok ama çok heyecanlıyım şu an. Nasıl hissettiğimi, içime sığmayan çocuksu hislerimi nasıl anlatabilirim bilmiyorum? Sizlerle bir serüvene çıkmayı o kadar çok istiyordum ki. Benim yazdığım cümlelerde kimi zaman kahkahalar atmayı kimi zaman ise gözyaşları dökmeyi. Bazen dayanamayıp dişlerimizi yastığa geçirip sinirle çığlık atmayı bazen ise yüzünüzde oluşan şapşal gülümsemeye engel olamamayı On altı yıllık hayatım boyunca belki de bitmeyen tutkumla istediğim tek şey yazmaktı. Yazı yazmayı bilmiyorken dahi masallar uydurup kendi hayal gücümün ürünleri gözlerimde bir film şeridi gibi oynarken uykuya dalmayı severdim.
Umarım hepimiz için oldukça heyecan verici bir kurgu olur. Ben ileriki bölümlerde olacakları yazmak için sabırsızlanıyorum. Ve şunu eklemek istiyorum Fantastik kitaplara karşı bir ön yargınız varsa hiç çekinmeden okumanızı rica ediyorum. Çünkü bu tür kurguları sevmeyenlerin bile ileriki bölümlerde kurguyu severek okuyacağına ve karakterlerle aralarında bir bağ oluşacağına inanıyorum. Umarım keyifli bir bölüm olur.
İyi okumalar😘
🥀🥀🥀
Bölüm:1
Evet bugün hayatın beni ikinci kez bir başıma bıraktığı gündü. Ne zaman sevilmiştim ki? Ne zaman yuvamda gibi hissetmiştim? Henüz on sekiz yaşında olmama rağmen kalbim tonlarca yükün altında eziliyordu. Bu hayat bana sadece acımasızlığını göstermişti. Okul servisiyle yetiştirme yurduna dönerken servisin soğuk camına başımı yaslar yaşıtım çocuklarının annesiyle babasıyla eve dönüşünü izlerdim. Peki neden beni seçmişti hayat? Onca insan mutlu mesut yaşarken benim yüreğimi yakan yaralarım neden kanamayı bırakıp kabuk bağlamıyordu ki? Biliyordum, belki de bu, hayatın bana verdiği ilk ve son şanstı ve ben anlıma yazılan kaderi tersine çevirmek için bu şansa tüm gücümle asılacak, iplerin elime geçmesini, hayatın bir kez de bana gülümsemesini bir şekilde sağlayacaktım.
Tek kapaklı, küçük kıyafet dolabımın içindeki son iki tişörtü de valizime koyup fermuarını çektim. Çok eşyamın olmayışından, tek valiz tüm eşyalarımı içine almış ve hatta belki bir o kadarlık daha yer kalmıştı. Tek kişilik yatağımın üzerine koymuş olduğum valizi yere indirip yıllarımın, çocukluğumun geçtiği odaya son bir kez daha baktım. Odanın her köşesinde bir başka anım gözümde canlanıyor, göz pınarlarımı talan eden yaşlar birer sicim gibi yanaklarıma yol alıyorlardı. Bakışlarım odanın solunda yer alan uzun çalışma masasına iliştiğinde küçük ve titrek adımlarla yüzeyi aşınmış tahta masanın yanına ilerledim. Parmaklarım masanın girintili çıkıntılı yüzeyini okşarken masanın diğer köşesinde gözündeki yaşlar ile bana bakan çocukluğumu görmemle sessiz ağlayışlarıma kısık kısık hıçkırıklarım da eklendi.
Önümdeki kâğıdın boyanmamış tek bir yerini bırakmadığımda dirseklerimi yaslamış olduğum masadan çekip oturuşumu dikleştirdim. Çizdiğim resme baktıkça gözlerime firar eden yaşları minik ellerimi gözlerime bastırıp ovuşturarak geldikleri yere geri göndermeye çalıştım. Ben yıllar önce gök gürültüleri odayı birer canavarın kükreyişi gibi sarmaladığında sığınacak bir liman, korkumu bastıracak ve beni yatıştıracak kollar, "Anne! Annecim!" diyerek gelmesini umut ettiğim kadın gelmediğinde kendime bir söz vermiştim. Bir daha asla ağlamayacaktım. Korkusuzluğa bürünüp korkunun ne demek olduğunu unutacaktım. İnsanlar kendilerine verdileri sözleri tutmalıydı Ayşe öğretmenim öyle söylememiş miydi? O zaman ağlamayacak kendime verdiğim sözü tutacaktım.
"Anne" dedim çatallı çıkan sesimle. "Ben seni, hiç görmediğim senin resmini çizecek kadar sevmişken sen neden sevmedin ki beni? Çok mu çirkinim ben, kötü bir kız çocuğu muyum? Peki ya sen baba? Sen de mi sevmedin beni? Fazlalık mıydım sizin için, evinizin bir köşesine beni de sığdıramadınız mı? Biliyor musunuz bu sizin için son üzülüşüm, çizdiğim son resim olacak. Bunun adına kendime bir söz veriyorum ve ben anne, sizin aksinize kararlarımın ardında duruyorum, sözümü çiğnemiyorum." Cümlemi tamamladığımda önümdeki kâğıdı minik ellerimle kavrayıp hırsla parçalara ayırmaya başladım. Saniyeler sonra önümde duran resimden geriye bir yığın kâğıt parçası kalmıştı.
Ben tüm hayallerimi, geri döneceklerine olan umudumu o gün parçalara ayırıp çöp kutusunun içine atıp kapağını sonsuza dek kapatmıştım.
"Başaramadım." dedim titreyen dudaklarımın arasından. "Ben bugün onlar için bir kez daha ağladım. Sana verdiğim sözü tutamadım. Affet beni olur mu?"
Yere indirmiş olduğum valizimi alıp odanın başka hiçbir noktasına bakmamaya özen göstererek çıkışa ilerleyip kapı kolunu kavradım. İçime derin bir nefes çekip sakinleşmeyi bekledim. Daha iyi olduğumu hissettiğimde büyük bir gıcırtıyla açılan kapıdan geçip yaşanmışlıklarımı, paslı bir kapının ardında bırakıp güçsüz adımlarla koridor boyunca ilerlemeye başladım. Koridorda gördüğüm yüzlerin "yolun açık olsun" dileklerine burukça gülümseyip teşekkür etmekle yetindim. Koridorun sonuna geldiğimde karşımda duran kapının üzerindeki yazıya büyük bir sevgiyle baktım. "Müdire Zehra Peydağ"
Kapıyı iki kere tıklatıp içeriden bir cevap bekledim. "Gel" cevabını duymamla kapıyı aralayıp titrek adımlarla Zehra ablanın odasına girdim.
"Ah sen miydin Karen'cim. Bir şey mi istemiştim canım?"
Başımı hayır anlamında iki yana sallayıp konuşmaya başladım. "Hayır Zehra abla. Ben hoşça kal demek için geldim."
"Nasıl yani şimdi mi gidiyorsun? Neden daha önce söylemedin bana Karen?" duyduklarına şaşırmış olduğu sesinden pekâlâ fark ediliyordu.
"Çünkü eğer söyleseydim habersizce çekip gitmeme müsaade etmezdin ve bu işimi zorlaştırmaktan başka bir şeye sebep olmazdı."
"Karen yurdumuzda yer var hemen gitmek zorunda değilsin. Sana kalabileceğini daha önce de söyledim." dedi sesine oldukça yansıyan hüznüyle.
"Biliyorum Zehra abla. Ama İspanya'daki okulu yüzde yüz bursla kazandım ve okulun açılmasına az kaldı. Şimdiden gitmezsem orada bir düzen oturtamam. Gidip bir iş ve kalacak bir yer bulmalıyım, bu şansı ellerimin tersiyle geri itemem."
"Sen de haklısın canım ama bu kadar erken beklemiyordum. Umarım İspanya'da seni bekleyen hayat yüzünü güldürür, geleceğin için çok güzel kapılar açar." cümlesini bitirdiğinde dolan gözlerini benden saklamak için başını hafif eğip birkaç saniye öyle kaldı. Daha sonra kendini daha iyi hissetmiş olacak ki bakışlarını gözlerime çıkartıp içtenlikle gülümsedi. İki adımda önüme geçip beni kendisine çekip sımsıkı sarıldı.
Zehra abla kırk yaşında fakat yaşına göre oldukça genç gösteren bir kadındı. Açık kestane rengindeki saçları, çekik ela gözleri, kalkık burnu ve güzel fiziğiyle çok şirin ve bir o kadar da alımlıydı. Burası Zehra ablanın ilk atandığı yerdi ve ben kendimi bildim bileli bu yetiştirme yurdunun müdiresiydi. Bizimle her zaman kendi kızıymış gibi ilgilenmiş yeri geldiğinde bizimle oyun oynamaktan da çekinmemişti. İşini öyle içten bir bağlılıkla yapıyordu ki sadece burayı yönetmekle kalmıyor yurda getirilen sevgisiz kalplere sevginin ne demek olduğunu bizzat kendisi ilgilenerek öğretiyordu. Küçükken ben öğrenene kadar saçlarımı Zehra abla örmüş, bir ihtiyacım olduğunda, derdim, sıkıntım olduğunda hiç bıkmadan ve gocunmadan beni dinlemiş, çözüm bulmak için elinden geleni yapmıştı.
Zehra ablaya doladığım kollarımı hiç istemesem de çözüp sarılışımıza bir son verdim. "Gitmem gerekiyor Zehra abla uçağa anca yetişirim. Sana her şey için çok teşekkür ederim. Annemin babamın bana gösteremediği ilgi ve sevgiyi gösterip hayatıma unutulması güç izler bıraktığın için sana minnettarım. Kendine çok iyi bak."
"Unutma Karen burada her zaman bir ablan var. Bir derdin, sıkıntın, maddi ve manevi herhangi bir şeye ihtiyacın olursa sakın çekinme hemen ara. Hatta hiçbir sebep yokken dahi ara. Unutma burası senin yuvan bizler ise senin aileniz." Sağ elimi avuçlarının içine alıp güç vermek istercesine sıktı ardından avucuma cebinden çıkarttığı kredi kartını sıkıştırdı. Avucumdaki kartı gördüğümde gözlerim şaşkınlıkla büyüdü.
"Bu da ne Zehra abla. Ben bunu kabul edemem. Zaten her şeyimle mecbur olmamana rağmen bunca yıl ilgilendin." dedim avucumun içindeki kartı Zehra ablaya geri vermeye çalışırken. İki eliyle beni durdurup konuştu.
"Haklısın mecbur değildim fakat sevgi böyle bir şeydir Karen. Sevdiğin insanlar için çaba gösterirsin, bazen seçimler yapmak zorunda kalırsın. Belki benliğinden ödün verirsin. Hayallerinden vazgeçersin, geceni gündüzüne katar onun yüzünde oluşacak tek bir gülümseme için didinip durursun ve inan bana gerçekten seviyorsan bunların her birinin sana külfet olmaktan çıkıp aksine zevk verdiğini göreceksin. Şimdi beni daha fazla kızdırmadan al bu kartı da üzme Zehra ablanı"
"Sen çok iyi bir abla çok iyi bir arkadaşsın Zehra abla. Kendine çok iyi bak olur mu?" Cümlemi tamamladığımda cevap vermesine fırsat vermeden arkamı dönüp kapıya doğru ilerlemeye başladım. Tam elimi kapı kulpuna koymuş açacakken Zehra ablanın sesini işitmemle bunu yapmaktan vazgeçip yüzümü ona döndüm.
"Bunu sana vermeyi az kalsın unutacaktım, vermenin zamanı gelmişti." dedi elindeki siyah kadife kutuyu bana doğru uzatırken. "Bunu buraya geldiğinde pusetinin içinde bulduk ailenden birinin koyduğunu düşünüyoruz. Ben kimin olabileceği üzerine yıllar önce bir araştırma yaptım fakat bir sonuç bulamadım. Kutunun üzerinde "18 yaşında Karen'e veriniz" yazıyor."
Söyledikleri beynimde bir uğultu oluşturduğunda dengemi kaybettim. Düşmemek için kendimi kapıya yasladım. Zehra ablanın endişeli sesi kulaklarımı doldurduğunda kısaca iyi olduğumu söyleyip yaslandığım kapıdan bedenimi ayırıp dik durmaya çalıştım. Onlara dair tek bir şey dahi duymak istemiyorken böyle bir kutunun elime geçmesi kendimi kötü hissetmeme neden oluştu. Yanıma gelip endişeli gözlerle beni süzen Zehra ablayı es geçip bakışlarımı siyah kadife kutuya odakladım. Ellerimi kutuyu almak için ileriye uzattığımda ellerimin titrediğini görüp kendime lanetler okudum. Konu o adam ve kadın olduğunda güçsüz ve savunmasız bir kadın olmaktan nefret ediyordum. Kutuyu nihayet elime aldığımda daha fazla o ortamda bulunmak istemediğimden kapıyı açıp bedenimi hızla dışarı attım. Zehra ablanın arkamdan seslenişine kulak vermeyip kapının önüne koyduğum valizimi de alıp aşağı kata inmeye başladım. Yurt binasının çıkışına geldiğimde hiç tereddüt etmeden kendimi dışarı atıp az ileride bulunan bahçe kapısına yöneldim. Bahçeden çıkmak üzereyken bir elin beni kendine çekmesiyle bu eylemi gerçekleştiremeden elin sahibine döndüm. Karşımda gördüğüm simayla kalp atışlarımın şiddeti artmış, yüzüm kalbimin tamiri imkânsız hüznünü bir ayna misali karşımdaki adamın gözlerinin önüne sermişti.
"Berk" dedim çatallı çıkan sesimle. "Ne işin var burada?"
Berk'in bakışları önce ağlamaktan kızarmış olduğuna emin olduğum gözlerime ardından ise sırasıyla elimdeki kutu ve valizime takılmıştı. "Yurttan ayrılıyorsun." dedi yeni aydınlanıyormuş gibi. Bakışları valizimden ayrılıp gözlerime tırmandı. "Peki ya nereye gideceksin?"
Pürüzlü çıkmasını engelleyemediğim sesimle konuştum. "İspanya'ya."
"Gidiyorsun yani. Hem de yabancısı olduğun bir ülkeye." Yüzünde aynı anda hem şaşkınlık hem de hüzün bir arada bulunuyordu.
"Gidiyorum." dedim ağlamamak için insan üstü bir güç sarf ederek. İki kelimeden daha uzun cevaplar verirsem daha fazla dayanamayacak ve gözyaşlarımın esiri olacakmışım gibi hissediyordum.
"Oradaki okulun bursunu kazanmışsın. Senin adına çok sevindim." Sesi söylediği cümleyle tezatlık oluşturuyordu.
"Teşekkür ederim."
"Karen gitmek zorunda mısın? Yani puanın çok iyi burada, İstanbul'da da çok iyi okullarda okuyabilirsin." Sanki çaresiz bir hastalığa yakalanmış da doktora son bir çare yolu göstermesi için yalvarıyordu. Gözleri öyle yoğun bakıyordu ki gözlerimi kaçırmadan edemedim.
"Burada kalmam için bir sebep göster bana Berk." dedim yalvaran gözlerle. Dudaklarından çıkacak cümleler bana öyle bir sebep göstersin ki bir milim öteye dahi gidemeyeyim istedim.
Hiçbir cevap vermeden öylece susup bakışlarını gözlerimden kaçırıp ayak uçlarına indirdi.
"Gösteremiyorsun değil mi Berk. Gitme ben varım diyemiyorsun. Şimdi tek bir sebep bulup burada kalmasını istediğin kızın ellerinden o şansı senin alışını hazmedemiyorsun."
"Karen ben çok pişmanım. Kendimi sensiz hep biraz yarım hissediyorum. Evet lanet olsun bir hata yaptım. Ama artık affet bu adamı. Lan affet artık affet, pişmanım görmüyor musun?" Aramızdaki mesafeyi tek adımda kapatıp yüzümü iki avucunun içine aldı. Gözleri onu affetmem için adeta yalvarıyordu. Parmaklarının tenimle temasını kesip aramıza bir adımlık mesafe koydum.
"Evet görüyorum. Gözlerine her baktığımda nasıl kahrolduğunu görebiliyorum ama ne var biliyor musun? Ben sana her baktığımda sadece senin pişmanlığını değil kendi pişmanlıklarımı da görüyorum. Beni o kızla aldattığında senin için harcadığım saatler, sana adadığım şu kalbim..." dedim sağ elimi sol göğsümün üzerine bastırarak. "...ve senin için beslediğim sevgi için nasıl pişman olduğumu, senin için akıttığım göz yaşlarını görüyorum."
"Yapma Karen yalvarırım yapma. Bir şans, tek bir şans daha ver bize. Hatta istersen ben geleyim seninle İspanya'ya. Ne dersin?"
"Gelme istemiyorum." dedim kararlılıkla "Bir kez yapan bir değil bin kez daha yapar. Sana güvenmiyorum. Ben terk edilme kotamı çoktan doldurdum, hayatıma bir yenisini daha ekleyemem." Cümlemi bitirir bitirmez valizimi tutup peşimden sürüklemeye başladım.
"Karen!" Berk'in adımı yalvarır gibi söylemesine aldırış etmeden yürümeye devam ettim. Acı dolu bağırışı kulağıma dolduğunda titreyen dudaklarımı birbirine bastırıp "Sakın" dedim kendime. "Sakın o adam için tek bir damla göz yaşın akmasın."
Bahçeden çıktığımda ve hatta sokağın sonuna geldiğimde dahi kalbimin hızı normal ritmine dönmek şöyle dursun bir nebze dahi azalmamıştı. Otobüs durağına geldiğimde banka oturup elimdeki kutuyu dizlerimin üzerine koydum. Bu kutuyu görmek sinirlerimi geriyordu. Parmaklarımı saçlarıma geçirip hırsla çekiştirdim. Soluk almak hiç bu denli zor olmamıştı. Göğüs kafesim öyle şahlanarak yükseliyor ve öyle öfkeyle iniyordu ki birkaç saniye de olsa boğazımı bir elin sıktığını, nefes alışlarımı dışarıdan gelen bir faktörün kısıtlıyor olabileceğini ciddi ciddi düşündüm. Kendime gelmek için iki elimi yüzüme siper edip birkaç saniye öylece içimdeki öfkenin ve tüm kırılmışlıklarımın gün yüzüne çıkan başkaldırılarını durdurmaya çalıştım. Fakat hiçbir şey içimdeki can yakıcı hissin bir nebze dahi azalmasını sağlamıyordu. İçimde gittikçe şiddetlenen öfkeye mâni olamıyordum. İşin garip yanı ise öfkemle eş zamanlı olarak damarlarımda yol alan ve parmak uçlarıma hücum eden bir elektrik akımı hissediyordum. "Kendine gel Karen!" dedim kendime "Bunca yaşadıklarına rağmen sinir krizi geçirmedin bunun için mi kendini kaybedeceksin."
Birkaç dakika sonra otobüsün gelmesiyle oturduğum yerden kalkıp araca bindim. Yurt hava limanına çok uzak değildi. Yirmi dakika sonra hava limanına varabilmiştik. Otobüsten indiğimde İspanya uçağın kalkmasına az bir zaman kaldığını gördüm. Hızlı adımlarla hava limanına giriş yapıp gerekli işlemleri yaptım. İspanya uçağı yolcularının uçakta yer almaları gerektiğini duyuran anonsu duyduğumda oturduğum yerden kalkıp uçağa doğru ilerledim. Valizimi bagaja koyması için görevliye verip uçağa girdim. Koltuk numaramı bulup cam kenarındaki yerime oturdum. Sırt çantamı üst bölmelere koymak istememiştim. İçimde o kutuyu yanımdan ayırmamamı söyleyen bir his vardı. Yolcular yavaş yavaş uçaktaki yerlerini aldıklarında vakit dolmuş olacak ki kapılar kapanmıştı. Telefonumu uçak moduna alıp hostestin bilgilendirmesini beklemeden kemerimi takıp bakışlarımı yanıma oturan kişiye yönlendirdim.
Otuz yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kadının yanıma oturduğu gibi önündeki dosyaları okumaya başlamasıyla yolculuğun benim için oldukça sıkıcı geçeceğini anlamış oldum. Hostesin yapmış olduğu bilgilendirmenin ardından uçak kalkışa geçmişti. Uçağın düz istikamete geçip sarsıntıların azalmasıyla her ne kadar içine dahi bakmadan çöpe atmak istesem de merakıma yenik düşüp kutuyu sırt çantamdan çıkartıp dizlerimin üzerine koydum. Kapağını açmak ile açmamak arasında kalmıştım fakat daha fazla dayanamayıp kadife kutunun kilidini döndürüp kapağını araladım. İçine bakmaya cesaret edemiyordum içinde ne tür bir eşya olabileceğine dair tahminler yürütüyordum ya da içine yazılmış küçük bir mektup. Peki ya yıllardır kendi iç savaşımda beni bir çöp gibi sokağa atan aileme karşı nefret duygusunu beslemek için savaşıp durmuyor muydum? Onlardan bana ne gibi bir şey kalabilirdi ki? Beni düşünüp geriye bu kutuyu bırakacak kadar dahi insaflı olacaklarını düşünmüyordum. Daha fazla beklemeden kapağı tamamen açıp içine konulmuş eşyalara büyük bir merakla baktım.
Kutunun en üstünde göz kamaştırıcı taşlarla süslenmiş bir kolye vardı. Kenarları taşlarla süslenmiş kolyenin ortasında kabartma çizgilerle güneş arması ve güneşin ortasında da anlamını bilmediğim kelimeler yazıyordu. Güneşin kenarlarında iki tane mızrak resmi de bulunuyordu. Kolyeyi ilk gördüğüm anda kalbimde ona karşı büyük bir tanınmışlık hissi yayıldı. Sanki daha önce de bu kolyeyi görmüş gibiydim ve kulağa delicesine gelse de içimden bir parçanın elimde tuttuğum kolyeyle bağlantılı olduğunu hissediyordum. Kolyeyi kutuya geri koyacakken içimden gelen dürtüyle kolyeyi boynuma takmaya karar verdim. Saçlarımı sağ omzumda toplayıp kolyenin kopçasını halkaya geçirmeye çalıştım fakat bir türlü başaramıyordum en sonunda pes edip yanımdaki kadından yardım almanın iyi olabileceğini düşündüm.
"Kusura bakmayın rahatsız ediyorum. Rica etsem kolyeyi takmamda yardımcı olur musunuz?" dedim çekingen bir sesle. Tanımadığım insanlarla konuşmaktan haz etmezdim. Zehra abla okula gitmeden önce yurttaki tüm kızları bahçede toplar yabancı kişilerle konuşmamamız ve daha birçok konu hakkında çeşitli konuşmalar yapardı. O konuşmaların etkisinden miydi bilmem hep tanımadığım insanlara karşı kendimi korumaya alma ihtiyacı duyuyordum.
"Tabi yardımcı olurum. Ne rahatsızlığı!" dedi kadın samimi bir sesle. Kolyeyi ona doğru uzattığımda bakışları kolyemde takılı kaldı. Birkaç saniye öylece kolyeye bakıp kendine gelebildiğinde konuştu. "Bu...bu muhteşem bir şey. Sizin için çok değerli olmalı?" Sesindeki hayranlık açıkça belli oluyordu.
"Ailemden kalma. Neden değerli olduğunu söylediniz?" dedim merakla. Kolye hakkında bir şeyler mi biliyordu?
"Bilmiyorsunuz." dedi hayretler içerisinde. "Kolyenin üzerindeki taşlar Dünya'ya ait değil. Bu taşlar Dünya'ya yalnız yüz yılda bir hatta bazen daha uzun zaman aralıklarında Dünya'ya düşen Güneş toplarıyla gelir. Her insanın boynunda taşıyabileceği kadar uygun fiyatlı değildir ve hatta oldukça yüksek bir meblağa sahiptir." dedi elindeki kolyeme dikkatle bakarken.
"Peki taşın adı ne?" diye sordum merakla. Aklımı karıştıran bir şey vardı. Onlar bu kolyeye sahip olabilecek kadar zenginse neden beni bir bez parçası gibi kenara fırlatıp atmışlardı. Sorumluluk almaktan mı korkmuşlardı? Oysa bu denli zengin bir ailenin çocuğuna bakmak için kapılarında kaç kişi sıra olurdu.
"Arestis, bu taşın adı Arestis." dedi parmaklarını kolyenin üzerinde gezdirirken. Ve sonra bakışlarını kolyeden çekip gözlerime çıkarttı. "Peki ya sen böyle bir kolyeyi taşıyorken bunları nasıl bilmezsin?" dedi merakla. Ardından üzerimi süzdüğünde kaşları olabildiğine çatılmıştı. "Sen bu taşın sana ait olduğundan emin misin?"
Bana yüklediği çirkin itam üzerine bu sefer kaşlarını gözlerinin üzerine indiren ben olmuştum. "Ne demek istiyorsunuz? Bana hırsız damgası mı vurmaya çalışıyorsunuz?" dedim hafif öfkeli çıkan sesimle.
"Hayır beni yanlış anlamanı istemem. Ben sadece merak ettim. İleri gittim kusuruma bakmayın." dedi mahcubiyetle. Tavrının samimi olduğuna inandığımda kolyenin hikayesini anlatmaya başladım.
"Beni ailem daha bir haftalıkken yetiştirme yurdunun yakınlarına bırakıp gitmiş. Bu kutuyu da..." dedim kucağımdaki kutuyu işaret ederek "Pusetimin içine koymuşlar. Üzerine on sekiz yaşına girdiğine Karen'e yani bana verilmesini istediklerine dair bir not bırakmışlar. Bugün yurt müdiresi bana bu kutuyu verdi ve ben ancak şimdi açmaya cesaret edebildim. Ve sizden duymasam bu denli değerli bir kolye olduğunu kesinlikle fark edemezdim." dedim ciddiyetle.
"Kusura bakmayın lütfen ben çok yanlış düşünmüşüm. Peki ailenizin kim olduğunu bulamadınız mı?" dedi üzgün çıkan sesiyle.
"Hayır bulamadım."
"Umarım bir gün onları bulursunuz." dedi elini elimin üstüne koyup sıvazlarken. "İsterseniz saçlarınızı elinizle toplayın kolyeniz hak ettiği yere kavuşsun." yüzündeki içten gülümsemeye karşı tebessüm etmekle yetindim. Saçlarımı sağ omzumda toplayıp sırtımı kadına karşı döndüm. Kadın kolyeyi boynumdan aşağı salıp göğsümün üzerine sarkıttığında tenime değen kolyeyle göğüs kafesimin ortasında çok güçlü bir elektrik akımı gibi bir şey hissetmiştim. Adeta kolyeden göğüs kafesimin ortasına bir elektrik akımı, bir güç aktarımı oluyor gibi hissediyordum. Bu duruma bir anlam veremesem de aileme ait elimdeki tek eşya olmanın içimde oluşturduğu psikolojik bir güdüden ibaret olduğunu düşündüm.
"Bu arada üzerinizde kolye gerçekten çok hoş durdu fakat bence kolyeyi kazağınızın içine saklamalısınız. Bu denli değerli bir kolyeyi taşımak birçok insanın dikkatini çekecektir. Herhangi bir hırsızlık olayına şahit olmak istemezsiniz."
Karşımdaki kadına minnetle gülümseyip kolyeyi kazağın altına aldım. Açık olan iki düğmesini de ilikleyip kolyenin görünmesini imkânsız kıldım. "Bu arada adınızı sormayı unuttum." dedim mahcup bir edayla.
"Eslem" dedi gülümseyerek. Elini sıkmam için bana doğru uzatmıştı. Elini kavrayıp konuştum "Ben de..."
"Karen" cümlemi tamamlamama müsaade etmeden ismimi zikretmesiyle adımı nereden bildiğini düşündüm. Dudaklarından bir kıkırtı peyda olduğunda konuşmaya başladı. "Kutunun üzerindeki notta 'Karen'e verilmesini istediği yazıyormuş' demiştiniz. Oradan aklımda kaldı."
Anladığımı belli etmek için başımı aşağı yukarı hareket edip konuşmaya başladım. "Bugün kendimde olduğum pek söylenemez." dedim uçağın penceresinden dışarıyı izlemeye dalmışken. " Hiç kimsenin yaşamak istemeyeceği şeyler yaşadım. Geçmişi bir türlü arkamda bırakamıyorum."
Dostça omzumu sıvazladığında soluma çevirmiş olduğum yüzümü sağımda kalan Eslem'e çevirdim. "Eğer geçmişinle hesaplaşmaz ve tüm sır perdelerini yok edip parçaları bir araya getirmezsen geçmişini arkanda bırakıp öylece yoluna gidemezsin çünkü insan beyni..."
"Yarım kalmış bilgileri tamamlama konusunda oldukça hassastır ve öğrenmediği müddetçe de peşini asla bırakmaz." diye devam ettirdim sözünü. "Psikoloji mi okudunuz?" Hayranlıkla sorduğum soruyu yüzündeki gülümsemeyle onayladı.
"Ve anladığım kadarıyla sende psikoloji öğrencisisin."
"Aslında henüz değilim. İspanya'ya eğitimim için gidiyorum okula kaydımı yaptıracağım ve okulun öğrenci listesinde adımı görmedikçe de buna inanabileceğimi sanmıyorum. Bu benim için hep hayaldi ve öyle kalacağını düşünüyordum fakat galiba hayat bir kez de bana göstermek istedi güzelliklerini." Bu cümleleri kurarken bile güzel bir rüyanın içinde olup olmadığımı sorguluyordum.
"Bölümüne aşık bir kızsın sen Karen. Gözlerinden taşıp karşındaki insanın yüreğine işliyor tutkun. Durum böyleyken başarısız olman imkânsız olurdu." benim hakkımda kurduğu olumlu cümlelerle yüzümde kocaman bir gülümseme oluştu.
"Teşekkür ederim." dedim mahcubiyetle.
Eslem ile biraz daha muhabbet ettikten sonra uçağın İspanya'ya inişinden kısa süre sonra toplantısının olacağını ve toplantı için hazırlık yapması gerektiğini söyleyip önündeki dosyalara tabiri caizse gömülmüştü. Bir müddet hayranlıkla Eslem'i seyredip bir gün benim de böyle bir konumda olup olamayacağımı düşündüm. Ardından böylece onu izlememin doğru olmadığına kanaat getirip bakışlarımı dizimde duran kutuya indirdim.
İçinde kolye dışında üzeri kabartma yazılarla farklı farklı amblemlerin bulunduğu bir kitap ve birde sararmış zarfın üzerine basılmış, kolyenin üzerindeki güneş ve mızrak ambleminin mührü bulunan bir mektup vardı. Parmaklarım kİtabı bulduğunda dikkatle kutudan çıkarttı. Kapağı öyle güzeldi ki adeta fantastik bir filmin içinden fırlayıp bana getirilmiş gibiydi. Parmaklarım kitabın deri cildini okşadığında içime bir ürpertinin yayıldığını hissettim. Kitabın kapağını hafifçe kaldırıp ilk sayfaya baktığımda sayfanın boşluğu karşısında kaşlarımın gözlerimin üzerine inmesine engel olamadım. Kapağı tamamen açıp elimi eskimiş sarı sayfaya dokundurduğumda sol üstten sıra sıra belirginleşen yazılarla dilimin lal olduğunu hissettim. Elimi ateşe değdirmiş gibi hemen kitaptan çektim. Korkuyla atmaya başlayan kalbim, şaşkınlıktan sonuna kadar açılmış gözlerim ile öylece sayfaya bakıyordum. Bu imkansızdı böyle şeyler sadece filmlerde olurdu oysa şu an oldukça gerçekçi bir hayatın içindeydim. Yanlış görmüş olduğumu düşünmekten başka mantıklı bir cevap bulamamıştım. Buna güvenerek ve diğer sayfada böyle bir durumun olmayacağına kendimi inandırmaya çalışarak titreyen parmaklarımı kitabın sayfalarına büyük bir korkuyla değdirdim. Diğer sayfada da az önceki durumun vuku bulmasıyla dudaklarımdan kısık fakat oldukça korkmuş olduğumun ses tonumdan oldukça belli olduğu bir cümle peyda oldu.
"Bu... bu nasıl olur?"
Eslem sesimi duymuş olacak ki merakla bakışlarını önündeki dosyadan kaldırıp, ürkekçe etrafına bakınıp bir rüyada olduğunu teyit etmek isteyen bakışlarıma odakladı.
"Bir şey mi oldu canım? Canını sıkacak veya ailen ile ilgili önemli bir detay mı öğrendin?" Eslemin sorusu karşısında nasıl bir cevap vermem gerektiğini bilemedim. Böyle bir şeyi kime söylersem söyleyeyim bana deli gözüyle bakardı. Kitabı Esleme göstermenin ise iyi bir fikir olmadığı adeta içime doğuyordu. Bu durumu bir başkasının görmesi başımı belaya sokabilirdi. Uzun süren bakışmamıza bir son vermem gerektiğinin bilinciyle dilimi kurumuş dudaklarımın üzerinde gezdirdim. Üst üste birkaç kez yutkunup içime kaçmış olan sesimi gün yüzüne çıkartmayı denedim. Bir nebze de olsa kendime geldiğimde konuşmaya başladım.
"Evet ailemi bulmama yarayacak bir bilgi öğrendim." Yalan söylemeyi sevmesem de yapmak zorundaydım. Yalan söylediğimi anlamamasını umarak kendimi gülümsemeye zorladım.
"Karen sen iyi misin? Bu duruma pek sevinmemiş gibi gözüküyorsun." dedi Eslem. Haklıydı gördüklerim karşısında mutlu olduğum söylenemezdi aksine oldukça korkmuş gözüktüğüme emindim.
"Sevinmedim." dedim dürüstçe. "Nasıl sevinebilirim ki? Onlar benim nerede olduğumu bunca yıldır biliyorken bir kez olsun gelmediler. Bense onlardan gelecek en ufak bilgi kırıntısına dahi öyle açtım ki. Çocukluğuma ihanet ediyormuş gibi hissediyorum." Öyle inandırıcı konuşmuştum ki bu kadar iyi bir konuşma yapabildiğime şaşırmıştım. Aslında söylediklerim yalan değildi, bunu çoğu zaman zaten düşünüyordum. Aklıma geceleri yatağa yalnız girmek zorunda kalan o ürkek küçük kız geldiğinde geçmişimi bir kenara fırlatıp, sırtından bıçaklamış gibi hissediyordum.
"Sen de haklısın tabi. Her ne kadar psikoloji okusam da seni asla tam olarak anlayamam. Ben ancak empati kurabilirim." Dedi üzgün çıkan sesiyle. Bakışlarından hislerinin samimi olduğu anlaşılıyordu, en azından ben öyle düşünüyordum. "Onları bulmak istemiyorsan bunu yapmak zorunda değilsin, unutma. Bu hayat senin sense bu hayatın başrolünü oynuyorsun. Kendini düşünmekten kaçınma." dedi Eslem.
Başımı Eslemi onayladığımı göstermek adına aşağı yukarı salladım. Daha fazla konuşmak istemediğimi anlamış olacak ki önündeki dosyalarla ilgilenmeye başladı.
Az önce olanların mantıklı bir izahı yoktu. Kafayı yemek üzereydim, bu nasıl mümkün olabilirdi? Masal aleminde yaşamıyorduk, ki ben masallara inanma yaşını çoktan geçmiştim. Olayın şokundan sayfalarda yazılanları dahi okumak aklıma gelmemişti. Eslem'in hala önündeki dosyayla ilgilendiğini gördüğümde kitabın kapağını açmanın sakıncası olmayacağına kanaat getirdim. Kapağını kapatmış olduğum kitabın ilk sayfasını tekrar açıp üzerindeki yazıların ortaya çıkmasını bekledim. Kısa süre sonra sayfanın birçoğu yazılarla altta kalan küçük bir kısmı ise farklı bir yaratığın resmi ile doldu. Bunlar da ne demek oluyordu? Yazıların sonradan belirişini görmesem bu durumu bana yapılan bir şakadan ibaret sayardım çünkü kitap bu haliyle masal kitaplarından farksızdı. Yazıları okumaya başladığımda yazılanlara bir mana veremedim.
Bedonya
Bedonyalar, İzlorç adasının ortasında bulunmakta olan Mevland gölünün derinliklerinde yaşar. Devasa büyüklükte olan bu yaratıklar Deniz altında yaşamasının yanı sıra karada da yaşamını sürdürebilir. 7 metreye ulaşan boyları,bir tona kadar ulaşabilen ağırlıkları, keskin dişleri, ucunda kıskacı bulunan kuyruğu ve en önemlisi ise asla bakışlarınızın değmemesi gereken gözleri ile oldukça vahşi ve ölümcül bir yaratıktır.
Bu yaratığı öldürebilmenin tek yolu iki gözünün ortasındaki boşluğa ginsol iksiri ile kutsanmış ok saplamaktır fakat bunu yaparken bakışlarınız yaratığın gözleriyle kesişmemelidir. Gözlerinizin Bedonyanın gözlerine değme durumunda damarlarınızda dolaşan kanın basıncı artacak göz, burun ve kulak deliklerinizden vücudunuzdaki son kan akıp gidene kadar oluk oluk kan boşalacaktır.
Bu yazılanlarda ne anlama geliyordu? Metinde ne anlama geldiğini dahi bilmediğim onlarca isim geçmişti. Okuduklarımın bende oluşturduğu tek şey kocaman bir saçmalıktan ibaret olduğunu düşündürtmek olmuştu. Kafamı iki yana sallayıp bu saçma durumdan kurtulmak istedim. Aklımı mı yitirmiştim yoksa?
Şu an yaşadıklarım korkunç bir sanrıdan ibaretti biliyordum. Aklımı yitirmiştim fakat bu anları yaşamamıştım, bu olanlar gerçek değildi. O halde kitabın sayfaları nasıl yok olup ben dokunduğumda kendini gösteriyordu? Bedonya denilen varlık gerçekten var mıydı? Sanmıyordum. Hadi o var diyelim İzlorç adası adında bir yer duyduğumu hiç hatırlamıyordum. Bakışlarım kutunun içindeki mektubu bulduğunda bu saçmalığa bir son vermek için mektubu kutunun içinden çıkarıp aldım. O insanlar bana aile olmayı başaramamış üstüne üslük bir de benimle dalga geçme hakkını kendilerinde bulmuşlardı. Bu durum içimde, en derinlerimde bir parçamın kopup intihar etmesine sebep olmuştu. Zarfı açmak için hareketlenen parmaklarımın titremesi korkudan değil sinirdendi. Tek hamlede zarfı yırtıp içindeki kâğıdı çıkarıp aldım. İçinde yazılanları hemen okuyup bu saçmalığa bir son vermek istiyordum. Tüm bu anların mantıklı bir açıklamasının olmasını temenni ediyordum. Katlanmış kâğıt parçasını sabırsızca açıp yazılanları okumaya başladım.
Sevgili kızımız Karen
Sen bu mektubu okuyorsan başarmışız demektir kızım. Seni, canımızı koruyabilmişiz demektir. Kızma bize annecim olur mu? Biz ne yaptıysak senin için yaptık. Senin için halkımızdan vazgeçtik ki bir kral ve kraliçe için halkları demek üstüne daha büyük bir sevgi koyulmaması gereken en büyük değer demektir. Fakat biz yapamadık Karen, biz senin üstüne başka bir sevgi daha koyamadık annecim. Minik ellerinle yüzümüze dokunup gözlerimizin içine baktığında biz anladık ki sonucu neye bedel olursa olsun senden vazgeçemeyiz. Yasemin kokan mis kokun ciğerlerimize dolduğunda biz anladık ki bu koku hep hayat bulsun diye kendimizden vazgeçeriz. Keşke o naif sesinden bir kez olsun anne ve baba deyişini duyabilseydik. Ama olmadı seni sevgimizle sarmalayamadık. Sana hak ettiğin lüks hayatı sunamadık. Biliyorum bize kızgın ve kırgınsın. Seni insanların içine bir başına bırakmak zorunda kaldığımız için affet bizi prensesim. Sen Goldan Diyarına aitsin, Leydi Kraliyetinin veliaht prensesisin. Biliyoruz bunlar sana çok uzak, olması imkânsız şeyler gibi geliyor lakin hepsi gerçek ve sen o kolye sayesinde henüz gitmemişsen çok yakında Goldan Diyarına ayak basacaksın. Fakat senden tek isteğimiz güçlü olman Karen. Vasfından hiç kimseye bahsetmemen ve Boşluka hapsedilmiş halkımızı oradan kurtarıp olman gereken yere, Leydi Kraliyetinin tahtına geçmen. Unutma sen çok güçlüsün, sen tanrı tarafından kutsanmış Karen Leydisin. Kimse de olmayan güçlerin bulunduğu, Leydi halkını hapsedildikleri karanlıktan çıkarabilecek tek kişisin. Kitapta yazan bilgileri okuyup kendine rehber edinmeni istiyoruz. Biliyoruz inanması senin için güç fakat içine düştüğünde orada yazanların her birisinin gerçek olduğunu anlayacaksın çiçek kızım. Kitabın sayfalarında yazan tek bir bilgiyi dahi atlama ihtiyacın olacak her şey ama her şey kitabın satırlarında gizli. Ve sana gönderdiğimiz kolyeyi bir an olsun boynundan çıkartma. Unutma prensesim ben ve baban her daim gökyüzündeki kara delikten seni izliyor olacağız ve ruhumuzu seni korumak için hep yanına göndereceğiz.
Annen Melina Leydi ve Baban Agah Leydi
Melina Leydi dedim sessizce. Annemin adı Melina mıydı? Gözlerimden bir damla yaş döküldüğünde bu sefer Agah Leydi diye fısıldadım. Canım yanıyordu. Bu satırlardaki sevginin gerçek olması için doğru bildiğim her şeyin kocaman bir yalandan ibaret olmasına bile katlanabilirdim. Benim kalbimdeki en büyük yara sevgisizlikti. Yıllarım anne sevgisi nedir, baba kucağının sıcaklığı nasıl hissettirir bilmeden geçmişti. Lüks hayat umurumda bile değildi fakat beni yaralayan şey aile sıcaklığını tadamamış olmaktı.
Yazılanların gerçek olma ihtimali var mıydı? Eğer annem ve babam beni böylelikle mecburen bırakmak zorunda olmuşlarsa hepsi gerçek olmalıydı. Çünkü hiçbir şey kalbimi ailemin beni öylece bırakmış olma düşüncesinden daha çok acıtmıyordu. Yıllardır doğru bildiğim bu gerçek değişecekse sebebinin ne olduğunun önemi yoktu. Onların beni isteyerek bırakmadığını bilsem yeterdi. Fakat ne kitapta yazılanlara ne de mektupta yazılanlara inanamıyordum. Burada yazılanları altı yaşındaki Karen okusaydı evet inanır ve Allah'a her gece Beni Goldan Diyarına gönder diye yalvarırdı. Fakat o küçük kızın sevgisizliğe boğulup can verişinin üzerinden çok sular akmıştı. Saçma sapan hayallerin esintisine kapılıp oradan oraya sürüklenme yaşım geride kalmıştı. Büyümüştüm ve büyüdükçe hayatın toz pembe olmadığını her düştüğümde daha güçlü değil, her zaman olduğundan binlerce kat daha güçsüz kalktığımda anlamıştım.
Elimdeki mektubu avcumun içine hapsedip hırsla buruşturup kutunun içine gelişi güzel fırlattım. Hiç düşünmeden kapağını kapatıp kutuyu sırt çantamın içine koydum. Bu hurafelere inanmak için çocuk ya da bunamış bir ihtiyar olmak gerekirdi. Aklımı karıştıran tek şey ise yazıların kendini gizlemesiydi. Bu konuyu İspanya'ya indiğimde detaylıca araştırmaya ve mantıklı bir cevap bulmaya çalışacaktım. Belki de uçağa ilk binişimin üzerimde bıraktığı saçma sapan bir etkiydi. Ve İspanya'da o kitaba tekrar baktığımda böyle bir durumla karşı karşıya kalmayacaktım.
Sırtımı koltuğa yaslayıp gözlerimi sımsıkı kapattım. Düşünmeyecektim, benim için önemli olan tek şey eğitim hayatım olmalıydı. Bunun dışında hiçbir konu için kafa patlatmayacaktım. Fakat olmuyordu. Beynim az önce yaşananların mantıklı bir izahını bulmak, kalbim ise körü körüne gerçekliğine inanmak istiyordu. Ben düşünceler havuzunda nefes almaya çalışırken uçağın bir sağa bir sola yalpalamasıyla uçağı, yolcuların korku dolu çığlıkları doldurmuştu. Eş zamanlı olarak hostesin koridorun ortasında durup her şeyin kontrolleri altında olduğunu ve korkulacak bir şeyin olmadığını söylemesiyle uçaktaki iki kişi dışında herkes derin bir oh çekmişti. Eslem ile göz göze geldiğimizde "Bir terslik var." Dedim soğukkanlılığımı korumaya çalışarak. Eslem korku dolu gözlerini benden ayırmadan başıyla onayladı. Aynı sarsıntı bir öncekinden çok daha kuvvetlice uçağı sağa savurduğunda bedenimi rüzgârda bir oraya bir buraya savrulan bir ağaç dalı gibi hissettim.
Korkuyla camdan dışarı baktığımda gördüğüm şeyle dudaklarımdan korku dolu bir çığlığın firar etmesine mâni olamadım. Bulutların arasında öylece asılı duran bedenle nasıl yutkunulması gerektiğini dahi unutmuştum.
Gözleri sadece gözlerime bakıyor, avucunu ise uçağa uzatmıştı. Ellerinden süzülen ışık doğruca uçağı bir örümcek ağı gibi sarmalıyor ve her elini hareket ettirdiğinde uçağın yalpalamasına, yolculardan korku dolu çığlıkların ve hatta ağlayış seslerinin yükselmesine neden oluyordu. Bense hayattan soyutlanmış sadece o kuzguni siyah gözlere bakıyordum. Simsiyah saçları rüzgarında etkisiyle havalanıyor birkaç asi tutam alnına düşüyordu. Gözleri öyle keskin bakıyordu ki bir an onun Azrail olabileceğinden şüphelenmiştim. Öyle farklı bir hisle bakıyordu ki ecelimin ellerinden olacağını söylese hiç şüphe etmezdim. Üzerine yapışan siyah V yaka tişörtü, bacaklarını saran siyah kot pantolonu ve ayaklarındaki siyah spor ayakkabılarla bir o kadar biz gibi ve bir o kadar da aykırı görünüyordu.
Bakışlarım tekrar gözlerine tırmandığında hala gözlerinin tek hedefinin ben olduğumu bakışlarıma kenetlenmiş bakışlarından anlayabiliyordum. Birkaç kez gözlerimi kırpıştırıp doğru görüp görmediğimi teyit etmek istedim. Gözlerimi açtığımda az önceki yerde onu göremediğimde bunun beynimin bana oynamış olduğu bir oyun olduğunu anlamış oldum. Uçak bir kez daha sarsıldığında artık insanlar için hostesin kurduğu cümlelerin bir önemi kalmamıştı. Hostesin gözlerindeki korku öyle dolu dolu hissediliyordu ki bir şeylerin ters gittiğini anlamak için psikoloji okumaya gerek yoktu. Bakışlarım Esleme kaydığında iki eliyle kulaklarını kapatıp dizlerine dökülen gözyaşlarıyla bir şeyler mırıldandığına şahit oldum. Herkes oldukça korkmuştu peki ya böyle bir durumdayken ben hala nasıl soğuk kanlılığımı koruyor ve her yerde o kuzguni siyah gözleri arıyordum?
Saniyeler içinde güçlü bir gürültü koptuğunda bu sefer içime yayılan korkuya mâni olamadım. Uçağın içine göz gezdirdiğimde uçağın kapısının açılmış ve önünde az önce gördüğüm adamın dikildiğini gördüm. Bakışları yine sadece benim üzerimdeydi. İnsanların korku dolu bağırışları ve üzerine sabitlenmiş ürkek bakışları yok sayıp büyük ve sağlam adımlarla bana doğru adımlamaya başladı. Bakışlarım bakışlarına kenetlenmişti fakat gözlerimden gözlerine taşan his kesinlikle cesaret değildi. Aksine bu durumun mektupta yazanları doğruladığından ne hissedeceğimi de nasıl tepki vereceğimi de bilmeden öylece gözlerine bakıyordum. Fakat içimdeki duyguların yüzümde hayat bulmasına izin vermedim. Hemen kendimi toplayıp sert ve özgüven dolu bakışlarla yakıcı, gecenin siyahı gibi içimi karanlığa hapseden irislerine meydan okuyarak baktım.
Eslem'in önünde durduğunda korkudan bedenini bedenime yaslamış kadına bakıp ardından gözlerimi tekrar kuzguni siyahlara kenetledim.
"Kalk!" dedi sert ve bir o kadar kendinden emin çıkan sesiyle. Cümlesi bana hitaben kurulmuştu. Buna rağmen kılımı bile kıpırdatmadığımı gördüğünde bu sefer ilkine nazaran çok daha yüksek bir sesle konuştu. "Sana kalk dedim." Tüm yolcuların ve hatta hostesin bile gözü üzerimizde ve korkuyla bize bakıyorlardı.
"Kimsin?" dedim güçlü çıktığını umut ettiğim sesimle. "Ve hangi hakla bana emir veriyorsun?"
Çok kısa bir an bakışlarından gelip geçen şaşkınlığı yakalamıştım. Fakat kendini çabuk toplamış yine az önceki kadar keskin ve ne düşündüğünü katiyen belli etmeyen bakışlarla gözlerime bakıyordu. Yüzünde ne öfke ne de mutluluktan bir eser vardı. Sanki özellikle onu bakışlarından okumamam için aramıza görünmez bir set çekmişti. Oysaki ben karşımdaki insanın elini nasıl oynattığından ve hatta cümleyi kurarken aralarda ne kadar beklediğinden dahi onun iç dünyasını tahmin edebilirdim. Fakat şu an karşımda duran bir çift gözde hangi ifade saklı bilemiyordum. Hala kalkmamı beklemeye devam ettiğinde sinirlerimin gerilmeye başladığını hissettim.
"Kimsin sen?" az önce sorduğum soruyu tekrar sorduğumda bu durumun hoşuna gitmediğini kasılan çene kemiklerinden anlayabiliyordum.
"Kalkıyor musun, kalkmıyor musun?" dedi. Bunun herhangi bir sorudan ibaret olmadığını pekâlâ biliyordum. Bıkkınlıkla gözlerini yüzümden çekip fütursuz adımlarla koridor boyunca yürümeye başladı. Bir müddet sonra arkasına dönüp gözlerini gözlerime kenetledi. "Kalkıyor musun?" dedi tek kaşını kaldırırken.
Cevap vermediğimde uçağın zemininden beş santim kadar yükseldi. Herkesin dudaklarından şaşkınlık dolu nidalar dökülürken ben hiçbir tepki vermiyor daha doğrusu veremiyordum. Gözleri hala gözlerimdeydi ve bu bağlantıyı koparmak için ne kadar çabalarsam çabalayayım bir türlü bakışlarımı yakıcı irislerinden çekemiyordum. Zemine tuttuğu elini hareket ettirmeye başladığında havada sabit duran uçağın bir beşik gibi sallanmaya başlaması bir oldu. Oturduğum koltuğa sıkıca tutunmaya çalışırken aynı zamanda bakışlarımı gözlerinden çekmemek için insan üstü bir çaba sarf ediyordum. İnsanların korku dolu çığlıklarının arasında kalkmam için yalvaran sesler duyduğumda sertçe yutkundum. Bu adam kimdi bilmiyordum fakat buradaki insanların hayatını tehlikeye atmasının tek sebebi bendim.
Bu gerçeği yolculardan birinin haykırarak dile getirmesi içimde yükselmeye başlayan elektrik akımının çok daha kuvvetlenmesine sebebiyet vermişti. Tüm uzuvlarımın karıncalanmasına sebep olan bu akım bir akarsu gibi tüm bedenimi geziyor ve coşkuyla göğüs kafesimde toplanıyordu. Karşımdaki adamın gözlerinde gördüğüm kararlılık sonucu ayağa kalktım. Yan koltukta korkudan büzüşebildiği kadar büzüşen Eslem'i gördüğümde içimdeki öfkeye vicdan azabının da eklenmesine mâni olamadım. Bir hışımla Eslem'in önündeki boşluktan sızıp kendimi koridora - simsiyah irislerin karşısına - attım.
"Kes şunu!" avazımın çıktığı kadar bağırmıştım. Bu hayatta beni seven kimse olmamışsa da benim yüreğimde insanlara karşı, küçüklüğümden bu yana filizlenip kocaman çınar olan sevgim "Canları cehenneme, önce kendini kurtar." Dememe mâni oluyordu. Bağırışımın ardından tek hamlede uçağı durdurduğunda sağa savrulan uçakla birlikte ayakta durmayı güç bela başarabildim. Havada sabit durmaya başlayan uçakla herkes güçlü bir oh çekmişti.
"İşte bu kadardı." dedi insanı zıvanadan çıkaran rahatlığıyla. "Her şey iki dudağının arasından dökülecek kelimelere bağlıydı. Sen sadece uzatmayı seçtin." Ayakları tekrar zemine bastığında bana doğru adımlamaya başladı. Korku tüm bedenimi ele geçirmişti. Karşımda nasıl bir yaratık olduğunun bilincinde olmadan onunla gelmemi istiyordu. Farklı bir dünyaya, bilmediğim yaratıkların içine ve ailemin mektupta yazdıkları gerçekse hiç kimsenin gerçek kimliğimi öğrenmemesi gereken bir savaşın tam da ortasına.
Daha fazla yaklaşmasını istemediğimi belirtmek için elimi bedenine doğru uzattığımda göğüs kafesime baskı yapan hissin parmak uçlarıma doğru yol aldığını hissettim.
"Gelme." Dedim titremesini önlemeye çalıştığım sesimle. "Ben hiçbir yere gelmiyorum hele ki seninle."
Dudaklarına yerleşen alay dolu gülümseme sarf ettiğim cümleler sonucunda iyice genişlemişti. "Öyle mi dersin?" dedi benim kararlarımın hiçbir öneminin olmadığını açıkça belli eden bir tınıyla. Bana doğru birkaç adım daha attığında tüm gücümle bağırdım "Uzak dur benden!"
Gözbebeklerindeki boşluk yerini öfkeye bıraktığında istemsizce birkaç adım geriye gittim. "Saye Saye Saye... zorluk çıkartmamaya ne dersin. Daha kurtarmamız gereken bir kraliyet var." Dedi bıkkınlıkla.
"Benim adım Saye değil. Karenim ben, yalnızca Karen."
"Saye" dedi gözlerimin en derinine bakarken. "Sen Leydi kraliyetinin veliaht prensesisin." Cümlesini bitirdiğinde öne bir adım atıp aramızdaki mesafeyi biraz daha azalttı. "Boşluka hapsedilmiş halkını kurtarmayı başarabilecek tek kişi sensin. Goldan diyarı adı verilen cehennemi cennete çevirecek güç sensin. Sen gücün ta kendisisin."
Gerçek adım Karen değil miydi? Kendime ait tek bildiğim şey adımken bunun da bir yalandan ibaret olduğunu öğreniyordum. Benden elimdeki tek varlığımı, adımı da almışlardı. Diğer yandan mektupta kimseye gerçek kimliğinden bahsetme yazıyordu oysaki karşımdaki adamın beni benden daha iyi tanıdığına emindim.
Ortada bir bilinmezlik vardı ve ben bu bilinmezliğin tam da merkez taşıydım. Her ne kadar mantığım duyduklarım ve gördüklerimin gerçek olmadığını haykırsa da gerçekliğini tüm hücrelerimde hissediyordum. Sinirle soludum, tanrıdan tek dileğim sıradan bir hayatken neden hep tüm zorluklar benim paçalarıma yapışırdı ki?
Ne saman yakınıma geldiğini fark etmediğim kuzguni gözler gözlerimin birkaç santim ötesinden tüm yüzümü anlamlandıramadığım bir duyguyla arşınlıyordu.
"Aklındaki tüm soru işaretlerini cevaplayacağım. Ama önce benimle gerçek evine, Goldan diyarına geleceksin Saye."
____________________________
Veeee ilk bölüm bitti. Umarım beğenmişsinizdir. Çook yakında yeniden yep yeni bir bölümle burada olucam... Ben gelene kadar kendinize çok iyi bakın canlarım 😍
Bu kız sizi çok seviyor unutmayın 😘
İnstagram=> melis_yldzm