BOŞLUK
HAYDİ ŞİMDİ SARIL!
Ay ışığı, gecenin karanlığını bir nebze de olsa azaltıyor, rüzgâr ağaçların sararmış yapraklarını hafifçe kıpırdatmaya havanın kokusunu giderek değiştirmeye devam ediyordu.
Hava, giderek bozulmaya bulutlar ayın silüetini kapatmaya başlamıştı. Birkaç damla yağmur, toprağa boylu boyunca yayılmış olan çimenlerin üzerine düşerek kopacak fırtınanın habercisiydi adeta.
Birkaç damla yaş da koyu yeşil gözlerden süzülüyordu bir ağacın hemen kenarında.
Genç bir kız vardı o az önceki ayın kaybolan ışığında, parlak saçları rüzgarla beraber havalanan, gökten düşen yağmurla birlikte gözlerinden akan yaşları toprağa karışan.
Hani sabah kalkmıştı ve annesinin yanaklarına günaydın öpücüğü kondurmuştu ya o an işte o an …Gözlerinden bir damla yaş daha dökülüverdi çimenlerin üzerine…Hıçkırıyordu bu sefer.
"Günaydın tatlım.’’ demişti annesi ona. "Günaydın balım, nar çiçeğim.’’
Ve babası görülmüştü koridorda uykulu mahmur gözlerle ve gülümseyerek. Yanağına öpücük kondurmuştu, bir daha onu bırakmak istemezcesine sarılarak.
O kadar sıkı sarılmıştı ki bir bedende bir bütündüler sanki bir daha birbirlerini hiç bırakmak istemezcesine.Ama kim bilebilirdi ki…
Odanın iki yanında, açık olan pencereden savrulan rüzgâr içeriye doluyor bir bahar havasıyla etrafı kuşatıyordu ki ne kadar da güzel başlamıştı o gün. Bugün onun doğum günü, isim günüydü. Babası koymuştu adını.’’ Pınar’ım o benim.’’ diyordu bir pınar gibi akacak aktıkça coşacak; coştukça etrafa neşe katacak, çevresindeki her şeyi yeşertip çiçeklerle donatacak.
Babası bir gün önceden tüm hazırlıklarını yapmış:’’Sen benim için özelsin.’’ demişti. Zaten özele de yakışan yapılacaktı, bahçede tüm arkadaşlarını toplayacak ve ona layık bir şekilde doğum günü kutlanacaktı. Pastalar, konfetiler, balonlar… Bugün 18. yaş günüydü 18 mumu da unutmamak lazım ve bir dilek tutulacak; üflenecekti sessizce. Beklentilerle, hayallerle, umutlarla üzerinde ‘’Pınar’ım, hayatımızın anlamı’’ yazılan mumların üzerine. Sonra hediyelerini alıp teker teker arkadaşları tarafından ve sevdiklerince kutlanacaktı tıpkı her sene olduğu gibi görkemli, sevgiyle dolu ve övgüye değer.
Annesi; o kırmızı yanaklı, kahverengi gözleri hep gülen, gülerken de etrafa neşe saçan, sadece kendine ait olan o biricik annesi…. Gülümserken güç verirdi adeta hayat katardı her sözüyle ve cümlesiyle o güzeller güzeli, eşi benzeri olmayan Pınar’ına.
Şimdi elleri yüzündeydi Pınar’ın. Saçlarına dolamıştı parmaklarını, yeşil gözlerinin kızıla döndüğü o gecede.
Anasınıfına gittiği ilk günü hatırladı birden. Minik kırmızı ayakkabılarını giymiş, içinde açmış bir çiçeği anımsatan haliyle ve iki topuz saçı ve sürmeli gözleriyle ve yanaklarındaki o, içinde çiçek açan gamzesiyle etrafa neşe saçarak hoplayarak ve sıçrayarak annesinin ve babasının elinden tutarak; tutarken de şarkılar söyleyerek koyulmuştu okul yoluna.
İşte uzaktan görünüyordu.’’O kırmızı da neydi öyle? Aman Allah’ım, bu ne şirin bir yer’’’ demişti annesinin elini daha güçlü sıkarak.
’’Annem, çok tatlı ya!’’ demişti yeni yuvasını süzerek. Anasınıfına ilk başladığında henüz 5 yaşındaydı ve "Okuyup büyük adam olacağım; size ben bakacağım." demişti, okulun ilk günü annesi onu giydirirken gülümseyen ve ışıldayan gözlerle etrafa neşe, umut ve huzur saçarken.
‘’Aman benim güzel kızım, ay ışığım.’’ demişti sen hele bir büyü de… O boyunu pusunu; o endamını nazını bir görelim ben başka bir şey istemem, gözbebeğim her şeyim, çiçeğim …’’
Öğretmen olmak istiyordu Pınar.’’Ben öğretmen olacağım, minik minik öğrencilerim olacak ve omlara faydalı olacağım bilmediklerini öğretecek, her dertlerini dinleyecek, eğitecek ve de gülümseyecek…’’ Zihninde yankılandı bu cümleler. Ben nasıl gülümseyeceğim, dedi yutkunarak.
Tıpkı kendi gibi hayat dolu öğrencileri olacaktı kim bilir, etrafa neşe saçan, yeni açmış bir tomurcuk gibi güneşe hasret büyümeyi bekleyen minicik, mini minnacık olacaklardı ve o da bilgisiyle ve de sevgisiyle onları büyütecek yeşertecekti.
Hayaldi bunlar, hayal gerçek olduğu zaman güzel.
Ha başka hayalleri de vardı elbette. Tereyağı ile kaplı ekmeğine reçelini sürerken:’’Size bir de ev alacağım bacasından dumanlar tütecek.’’ Der ve devam ederdi minik yüreğiyle insanın içini ısıtan tebessümüyle.
‘’Ben bakacağım size tutacağım ellerinizden, hem öpeceğim o elleri hem de size her konuda destek olacağım.’’ demişti, bilmiş bilmiş tüm çocukluğuyla temiz bir o kadar da ince duygularıyla.
Anımsadıkça gözyaşları çağıldayan bir ırmağa dönüşmüştü ve ayakta duracak mecali kalmamıştı ve yorgun ve bitkin ve biçare sırtını dayadı arkasındaki yaşlanmış çınar ağacının soğuk gövdesine.
Başını kaldırdı gökyüzüne, gökyüzü de içi gibi karanlık o da akıtıyordu gözyaşlarını şimşekler çakarak ve belki de acısına ortak olarak.
Haykırıyordu sema ışıklar saçarak hüzünleri; damla damla hüzünlü kalplere göndererek.
Başını dizine dayadı, dayanacak dermanı kalmayarak ve arasına gömdü kafasını, kaçmaya, uzaklaşmaya bütün bunları yaşamamış olmayı düşünerek.
Yanaklarından dökülen yaşlar anımsattı ona okul yolunda düştüğünde ayağında kanayan yarayı:
Tıpkı şu an olduğu gibi yaşlı gözlerle eve koşarak kapıyı o minik elleriyle yumruklayarak:’’Anneee’’’
Kapıyı açan annesi kıyamamıştı ona: ‘’Kurban olurum senin gözlerine ağlama ne oldu? Çabuk söyle…’’ dediğinde ayağında kanayan yeri gösterip sarılmasını beklemişti hıçkıra hıçkıra…
Annesi yarasını pansuman ettiğinde yanmıştı elbette ve üfürmüştü üzerine canım annesi yanmasın diye bağrına basmıştı onu delicesine.
Yağmurun ıslattığı toprak, çiçekler etrafa yaydı güzel kokusunu: ‘’Bu koku annesinin kokusuydu…’’
‘’Okula başladığı ilk gün:’’Anne, baba ne olur gitmeyin.’’ demiş ama bunun olmayacağını da bildiğinden, ellerini bırakmıştı, yavaş yavaş usulca kayan bir yıldız gibi. Kayıp gitmişti elleri, şimdi o ellere hasretti.
Alışmıştı zaten buna da…Zaten annesi dememiş miydi: ’’ Alışırsın güzelim, hem hani öğretmen olacaktın, her şeye alışırsın, insan sevdiği işi sıkılmadan yorulmadan severek yaparsa zorluklar kolaylık olur. Birbirimizden hiç ayrılmayacağız ki…
O içinden gelenleri söylemişti, kalpler söze yansımaz mı zaten. Öğretmeni söylemişti ona ve arkadaşlarına bir gün. O küçük sıralarda pürdikkat onu dinlerken ağzından dökülen kelimeleri hatırlıyordu:’’Kalbinizde ne varsa öyle konuşursunuz ve ve öyle davranırsınız. İyiliği konuşan, güzel konuşur. Doğruyu söyleyenin, dürüst olanın kalbi tertemizdir...
Annesi de bir öğretmen değil miydi zaten. Gülümsedi…Biri okulda diğeri evde. Koruyucu meleği idi annesi. Hem babası da hep yanındaydı.
‘’Hep yanımdaydı.’’ dedi sessizce. Evet hep yanımdalardı ve bana söz vermişlerdi. İnsan evladına yalan söyler mi inşa evladını bırakıp gider mi? İnsan evladını başkalarına emanet eder mi? Hem de daha tam koklayamadan ve daha konuşacak söyleşecek o kadar çok şey vardı ki yarım kalan; paylaşacak o kadar çok şey vardı ki paylaşılmayan…
Hem ona diyecekti: ‘’Annem, sen bana hep güzel gözlüm derdin; ama biliyor musun sen, evet sen benim ceylan gözlümsün.’’ Diyecekti; ama söyleyememişti. Belki duyardı onu hem belki de duyup da kanatlanıp yanına gelir, bir öpücük kondururdu yanağına ve: ’’Benim yeşil gözlüm.’’ derdi.
Bu umutla bir kez daha haykırdı gökyüzüne.’’Ceylan gözlüüüm.’’
Hıçkıra hıçkıra ağlamaktan gözünde yaş; kendinde derman kalmamıştı.
‘’Niye?’’ diyordu haykırarak ağlayan gökyüzüne yalvararak: ‘’Yeter dursun artık, dinsin artık bu öfken ver bana sevdiklerimi. İsyan mı ediyordu yoksa. Hayır, olamaz, olmamalı. Babası dememiş miydi:’’Halimize şükredelim, yerimizi bilelim, azıcık aşım, kaygısız başım.’’ diye.
Ve bir gün sofraya oturmuşken ikisi de yemek yememişti, kendisi ekmeğini çorbaya bandırırken. Şimdi anlıyordu mutlaka vardı bir dertleri, ama çok da hissettirmezlerdi.
‘’Ama neden?’’ dedi yine gökyüzündeki şimşeğin gürültüsüne eşlik ederek ‘’Neden? Onlar benim dert ortağımdı, can yoldaşımdı, daha ben onların derdini dinleyecek, dertlerine derman olmaya çalışacak, yeri geldiğinde iki eli iki gözü olacak ve yanımdan ayırmayacaktım onları, tıpkı babamın bana doğum günümde aldığı saçları bukleli, o mavi gözlü bebeğimi o zamanki çocukluk aklımla nasıl yanımdan ayırmıyorsam, işte tıpkı onun gibi saf duygularla hep bağrıma basacaktım. Of kıyamazdım ki ben onlara…
‘’Ama olamaz.’ diyecekti. Diyecekti ama dilinin ucuna kadar geldi diyemedi, isyan etmemeliydi, kişi yaptıklarıyla vardır; yaşar, yaşatılır dememiş miydi babası. O zaman onları yaşatmalıydı. Bakan gözler onların gözleri olmalı; konuşan diller onların sözleri olmalıydı.
Hepsi çok güzeldi, hepsi güzel hayallerdi, iyi de ona bu gücü kim verecekti?
Kim destek olacaktı? Yarım kalmıştı, boynu büküktü, hem ayağa kalkacak dermanı bile yoktu; ‘’Düştüğünde ayağa kalkacaksın.’’ demişti annesi, kalkmayı bileceksin.’’ Her inişin bir çıkışı yok muydu zaten? İyi de bir uçurumun tam da kenarındaydı şu an ve çok yüksekteydi ve aşağısı çok engebeliydi. Hem tutunacak bir dalı da yoktu ki…
O gün sabah erkenden yola çıkacaklardı, üniversiteye hazırlık yoluydu bu. En çok istediği şey değil miydi? Umutlarına, hayallerine özlediği, söz verdiği şeye kavuşacaktı, çalışmış çabalamış, büyümüştü o minik eller. Hayali o minik elleri tutacak bir öğretmen olmak, düştüklerinde onları kaldırmak, onlara destek olmak idi. Tıpkı anasınıfına ilk başladıkları günkü gibi…Ayrı kalacağını anımsadı, gözleri dolmuş annesine bakarken:’’ Hayır, bak olmaz.’’ Dedi. ‘’Sen büyüdün artık biraz metanetli ol, bak hele gözyaşları da hep ucunda.’’ demiş annesi ve sarılmıştı ona belki son kez… Nereden bilebilirdi ki son kez olduğunu? Bilseydi bırakır mıydı o elleri, o sıcacık, güçlü, gücüne güç katan, desteğini her zaman gördüğü kıymetli elleri. Bilseydi daha derinden çekerdi annesinin ve babasının o bir daha duyamayacağı kokusunu.
Hüzünlendi: ’’Ama arada yanıma uğrayın.’’ dedi. ‘’Tabii ki kızım uğramaz olmaz mıyız hem sen de hafta sonları gelebilirsin ’’ deyince dolan gözlerle içine su serpildi. Serpildi de o coşku, şimdi neredeydi? Hani insan sevdikleriyle beraberdi? Hani can canansız olmazdı? Hani çiçek dalında güzeldi? Annesi söylememiş miydi dalındaki bir çiçeği tam koparmak üzereyken:’’ İncitme onu dememiş miydi yapraklarına dokunurken. Ama şimdi kendi incinmişti. İyi de o kimseyi incitmemişti. İncitmeyene incitmek neden? Yok yine başlıyordu başlamıştı isyan etmeye. Söz vermişti, hıçkırıklarını tuttu, ayağa kalmalıydı, gövdesine dayandığı ağacın dallarına tutunmayı denedi. Tutundu, kalmalıydı kalkacaktı ve o dal da kırıldı, düştü hayalleriyle besbelli ki onun da dermanı yoktu. O da koca bir çınardı babası gibi güngörmüş, ne fırtınalar ne badireler atlatmıştı kim bilir?
‘’Baba yaşlanıyor musun sen.’’ demişti ona yüzündeki kırışıklılara bakarak ve ellerini üzerinde gezdirip her bir noktasını inceleyerek ve merhem olmaya çalışarak. ‘’Yok babacığım üzülme.’’ demişti, onu kırdığını düşünerek incittiğini hissederek: ‘’Sen benim gözümde hep genceciksin, her zaman kalbimde yeşereceksin kırıldın mı yoksa bana?’’
‘’Kırılır mıyım hiç güzelim?’’ demişti. İnsan değerlisine kırılır mı? Gözümün, gönlümün prensesi. Hem babası kimseyi kırmazdı ki incitmezdi de hiç kimseyi ve hiçbir şeyi. Zaten o öğretmemiş miydi incitmemeyi, bağışlamayı, affetmeyi…
Bir türkü sesi geliyordu şimdi koca çınarın berisinden, nereden geldiği belli olmayan ve zamanda akan, havada dalgalanan: ‘’ Sevmedim doya doya… ‘’ Bu dizeleri duydu sadece ve yankılandı kulaklarında hüzünle… Elleriyle kulaklarını kapattı ama beceremedi; çünkü yankılanıyordu zihninde:
‘’Sevmedim doya doya…’’
Sevgiyi de annesi anlatmamış mıydı zaten? İnsanı sev, doğayı sev, hayvanı, çiçeği var olan her şeyi sev. Sev ki içinde bir sevgi filizi yeşersin günden güne, büyüsün, büyüdükçe de dünya sevgi dünyası olsun.
Ah annem babam siz sevginin ta kendisiydiniz. Hani dünya sevgisiz olmazdı, dünya şimdi sizsiz mi kaldı?
Önce evde veda merasimi yapılmıştı, çıkmaları gerekiyordu, ama sanki çıkmayı geciktiriyorlardı, belki sonunu bilerek, belki ayrılmak istemeyerek, ayrılıklar bir son mudur yoksa yeni bir başlangıç mı? Evet onun için yeni bir başlangıç olacaktı, her ne kadar sonu iyi olmasa da.
Minik, bukleli bebeğini de almıştı yanına, bir hatıra olarak kalacağını düşünerek belki de. . Belki de onu, babasının ona veriyormuş gibi ellerinde hissedecekti onun dokunuşunu, Biliyordu, hediyeydi işte… Ama onlara ait onlardan gelen her şey değerliydi işte:
’’Azı çoğu; küçüğü büyüğü olmaz kızım demişti.’’ bir gece, sobalı odalarında içini ısıtan sesiyle babası:’’Sen paylaş ki sana geri gelsin, ama gelmesini de bekleme; çünkü her şeyin karşılıksız olanı makbuldür.’’
‘’ Sevgi de bile karşılıksız ol. Sev, seni seveni, sevmeyeni de hor görme, sevgi her kalbi yumuşatır,.’’ diyen sözlerini düşünürken ayaklarının altındaki yağmurdan oluşan göletin içine bakarak mırıldandı: ‘’ Ama benim kalbim yerinde değil ki şu an! Yüreğimde siz vardınız benden bir parçaydınız!’’
Türkü devam ediyordu zihninde:
‘’Günleri saya saya…’’
Nasıl sayacaktı o günleri? Değil günler, saniyeler nasıl geçecekti, nasıl dayanacaktı bu acıya? Hem acısı katlanarak büyümeyecek miydi? E sonra nasıl kalkacaktı bu yükün altından?
Ve babasının sözleri geldi yine: aklına:’’Herkeste taşıyacağı kadar yük vardır.’’
O yük omuzlarındaydı artık, buna zorunluydu yapacak bir şey yoktu.
Eşyaları arabaya yerleştirip geçti babası sürücü koltuğuna. Arka koltukta izliyordu babasını izlemeye doyamayarak. Babası da hüzünle onu süzüyordu hüznünü hissettirmeyerek.
Göz göze geldiler yine. Hatırladı yardıma muhtaç minik ellerini; gülümseyen yüzünü, giderken arkasından ‘’Babaaa!’’ diye ağlamaklı seslenişini. Zaman ne kadar da çabuk geçmişti. Yıllar onu yaşlandırdıkça kızını da bir yetişkin edivermişti. Şimdi o, öğrenimini tamamlayacaktı.
‘’Baba ben büyük adam olacağım.’’ derdi, ‘’Senin gibi büyük insanlara yardım edeceğim.’’
‘’Sen insan ol yeterli, değer ver sevdiklerine, gerisi gelir; hakkettiğin sevgiyi bulursun.’’ diyerek karşılık vermişti babası tebessüm ederek.
.Annesi de saygıyı öğretmemiş miydi ona? Saygılı olan saygıyı bulur dememiş miydi?
Araç bir boşlukta ilerliyordu sona hazırlık yapmak üzere… Orman yolundan geçerken bir yağmur başladı. Tıpkı şimdi koca çınarın dibindeyken gökten boşalan bu yağmur gibi. Ve aynı şimdiki gibi göz gözü görmez olmuştu. Karanlığın içinden bir ceylan çıkıverdi önlerine gözleri parıldayan. Ve babası aracın hakimiyetini kaybetmiş; savrulmuşlardı bir köşeden diğer köşeye. Kulakları uğulduyordu şimdi. Başı dönüyor, hareket edemiyor, boynunun hemen yanında bir acı hissediyordu, derinden canını yakan…
Bir müddet sonra araladı gözlerini, her yer darmadağınık… Önce nerede olduğunu anlayamadı, ardından fark etti kaza yaptıklarını. Gözleri annesini ve babasını aradı, şükür ikisi de oradaydı işte. Emniyet kemerini çıkardı, dur bir dakika ikisi de çok hareketsizdi? Neden acaba diyerek kırık camlı kapıyı açıp ve vücudundaki kanayan yerlerine aldırmadan bir çırpıda aklındaki kötü düşünceleri silerek arabanın ön kapısını açıverdi. Burada hayat durmuştu sanki. Şimdi karşısında onun hayatı, hayatının anlamları; sessiz ve soluksuz sanki hiç var olmamışlar gibi hareketsiz bir şekilde duruyordu. Yaşadıklarına dair hiçbir belirti yoktu. Evet, evden ayrılıp yolun sonuna doğru hareket ederken; yolun sonu gelmişti anne ve babası için ve kendisi için üzücü bir başlangıç.
‘’Bu nasıl bir başlangıçtı böyle, bu nasıl bir sınamaydı öyle? Ben onlarsız ne yaparım’’ diyerek aldı ikisini de kollarına hiç aldırmadan yaralarına ve acısına.
Küçükken babasına her sarıldığında o yumuşaklığını hissederdi; alırdı güzel kokusunu annesini öperken. İşte şimdi ikisi de karşısındaydı; ama yoktu bunlardan bir eser. Haykırması ile birlikte gök yarıldı, sağanak sağanak akan gözyaşları sel oldu adeta ve bir kez daha haykırdı: ‘’Annem, babam!’’ diyerek. Şimşek eşlik etti sesine, aydınlattı karanlık gökyüzünü. Aydınlanan sadece gökyüzüydü ve ardından gökyüzüyle beraber karanlığa dönüştü yüreği.
Donuklaşmıştı, hareketsizleşmişti. Hayatın sonu muydu bu? ‘’Evet, onlar için evet!’’ dedi içinden. Ve ben de onlardan bir parçaysam, bu benim de sonum.’’ dedi koca çınarın başında gözyaşı dökerek.
Yağmur oluk oluk akmaya şimşek gökyüzünü aydınlatmaya devam ederken bir çatırtı duyuldu derinden. Koca çınar da kendisiyle birlikte sallanmaya başlıyor, ayaklarının altı kayıyordu.
Derinden bir ses geldi: ‘’Kızım!’’ dedi annesi ve babası seslendi: ‘’Bir tanem canım!’’ Alışkındı onların bu okşayıcı sesine. Alışkındı ki şimdi bu sese hasret kalmıştı bile ve özlüyordu bu okşayıcı, güç veren sesi…
Sese eşlik etti sallantı ve kendini yerde buluverdi. Sallanmaya devam ediyordu, onların sesini duyarak ve kapattı gözlerini onları düşünerek ve bütün bunların olmamasını dileyerek.
Sonra açtı gözlerini, aman Allah’ım o da neydi öyle? Anne ve babası karşısındaydı işte. Merhamet dolu gözlerle bakıyorlardı titriyorlardı üzerine tıpkı minik bir çocukken hasta olduğunda başından ayrılmadıkları gibi bakıyorlardı acıyan gözlerle.
‘’Kızım uyan artık!’’ diyordu ikisi de. ‘’Bak nasıl terlemişsin? Kâbus gördün sanırım, hadi kendine gel, bugün yola çıkacağız. Bu ne güzel bir ses idi, bu ne güzel bir bakış.
İkisi de karşındaydı işte. Yok yok ölmemişlerdi; bu gerçekti, hepsi bir kâbustan ibaretti.
Atıldı kucaklarına sarıldı ikisine de. Öptü ellerini, kokladı çekti güzel kokularını ciğerine.
Sarıldı, sımsıkı sarıldı bir daha bırakmak ve kaybetmek istemezcesine.
Kaybetmenin acısını elbette kaybettiğimizde anlarız, ama kaybetmeden kaybedeceğimizi biliyorsak hele! O zaman hadi sarılalım bu dünya gözüyle sarılalım ve bırakmayalım ellerini…
Belki bazıları uzaktadır ve kaybetmenin farkına varamadan gitmişlerdir. Olsun yine sımsıkı sarılalım hissederek çekelim kokularını içimize. Hissettiniz mi o bakışları, o dokunuşları, o büyük gücü…