BOŞLUĞA AİT TANRI
BOŞLUĞA AİT BİR TANRI
“Tahta parçasının çevresine yerleştirilmiş insan figürlerinin gerçeğe uzak olduğunu biliyordum. Giyimleri, bakışları, gülümsemeleri, söylemleri birbirlerine sonsuz bir hayranlık bahşeder nitelikteydi. On iki kişi vardı. Otuz üçüncü yaş günümü kutlamak için tam tamına bir deste insan vardı. Sağımda, solumda, karşımdaydılar. Sanki doğmak dürüst bir eylemmiş gibi her yıl hatırlatırlar, gözünün içine sokarlar bu durumu, iraden dışında gelişen doğrudan seni zan altında bırakan bu acıyı. Konuşulanlar etrafında bilincim boğuluyordu. Hepsinin hem birbirlerine hem bana yönelik nefretlerini duyduğum anlar olmuştu. Hatta babamın beni pek ciddiye almadığını, sevmediğini biliyordum. Sevgilim, arkadaşlarım ve babam o gece kişiliklerini yitirmiş gibiydiler. Hafızaları ne kadar zayıftı, yakın zamanda ağızlarından yansıyan olumsuz cümleleri, yemek boyunca karşıtlarını söylerken hiç mi anımsamıyorlardı. Ya da benimki çok kuvvetliydi ki defalarca o sesleri duyuyordum. Zaman zaman aralarından sıyrılıp, zihnimi gerçekliğe kapatıyordum. Beynin uyguladığı bir çeşit savunma mekanizmasıymış bu. Size zarar geldiğini ya da gelebileceğini varsayan bilinç yapımız işlevini yitirirmiş, tepki veremez hale gelirmişiz. Ben bunu istemli yaptım. Sık sık yineledim, onların kendini bilmez cümleleri hiddetlendikçe ben hep oraya kaçtım. Birdenbire çatal bıçağı bırakıp sırtımı sandalyeye veriyordum. Sonra, rahatlığın, yüzümdeki ifade yoksunluğunun içinde bazen yanımdaki sevgiliye, çoğu zaman da karşımdaki babaya, öylece bakıyordum.”
Hislerini büyük bir bulantıdan parlak zemin üzerine yaymaya çalışır gibiydi. Pek anlamamıştım. Orada neler olduğunu, bu adamın niye bu denli huzursuz, bu denli karartı ile dolduğunu. Arka masamda otuyordu, sırtı bana dönüktü, benimki de ona. Kime anlattığını merak etsem de kafamı çevirmeye cesaret edemedim. Beş dakika geçmişti ama arkamdan tek bir çıtırtı bile gelmiyordu. Merak duygum korkaklığımı yenmiş cesaret yoksunu bir kadın olmaktan çıkmıştım, en azından şu an için. Hafifçe vücudumu sağa doğru döndürdüm. Gözlerimin yöneldiği çizgide dikkatimi çeken ilk şey saçlarıydı. Kısa, aralara beyazların serpiştiği, dalgalı, gür saçları vardı. Boynundan aşağı doğru inmeye başladım. Siyah, yıpranmamış bir kadife ceketin altına mavi bir kot pantolon giymişti. Onun hakkında edindiklerim bunlardı. Eliyle tabakayı kapatmış, masanın diğer ucunda duran boş bira şişesine bakıyordu. Diğer kişi gitmiş olmalıydı ki o da konuşmasını sonlandırmıştı. Önüme döndüm. Viskinin sonunu yudumladım. Masadaki eşyalarımı çantama doldurup gitmeyi düşünürken tekrar konuşmaya başladı ama karşısında birisi yoktu, konuşmasını sadece içi boş kahverengi bira şişesi dinliyordu.
“Susmak büyük erdemlerin en yücesiydi. Fakat hayatımı çevrelemiş olan bu varlıklar susma eylemini alçaltıcı görüp asla yanaşmazlardı. Çünkü sessiz kalınca yokluğa yaklaşır, ölümü anımsarlardı. Durumun realize edilmiş hali ise alt düşünceye varmaktı. Toplumun yarattığı düşünce yargılayıcıyı devreye sokmadan edindiğimiz, usun bize sunduğu öz düşünceydi. Kişiler, olaylar, iyi ve kötü, hepsi buydu. Orada dört unsur sana hizmet ederken, dışavurumcu söylemlerin dayandığı iki nokta kibir ile acizlik arasındaki çizgide belirginleşmekteydi. Zaman ilerlemişti. Yemeklerimiz bitmiş ama hâlâ masada oturmaya devam ediyorduk. Sıkılmıştım, ayrıca sandalye belimi epey rahatsız etmişti ki ara ara belimi ovuşturuyordum. Bir kadeh daha şarap istedim. Yanımda duran o kadın tebessümleri ile elimdeki kadehi doldurdu. Onlara hak verme çabam, ufak yudumlamaların boğazımdan geçip mide keseme ulaşma süresi kadardı. Hepsini tek tek bakışlarımla geziyordum. Yakınlık derecesi ayırmadan, dört unsurun saflığını zedelemeden, öfke yasalarını dışarıda bırakarak onu bunu analiz ediyordum. Şarabım bitmişti tekrar istedim, aynı şekilde karşılık aldım. Ortak bir paydaları vardı. Yalnızlıktı ve en baskın olandı. Yapamıyorlardı. Kafada kazanımları olmayan insanların genel sorunuydu, yalnız kalamama. Biraz olsun alt düşünceye yaklaşabilmiş olsalardı, yapabilirlerdi. Buna inanıyorum. Ancak o zaman sahtekâr düşüncelerimizi asil doğrular gibi birbirimize sunduğumuz, yemek ya da doğum günü olmayacaktı."
Son vermiş gibi değildi. Aslında devam etmesini diliyordum. Ne yapacağı konusunda emin değildim. Sigarasını yaktı. Dirseklerini masaya dayamış, bakışları sağ tarafındaki caddeye yönelmişti. Yol boyunca uzanan taşıt ve insan akışı onun zihnine tutulmuş kapsamlı bir yansıtıcıydı. Epey bir süre baktıktan sonra önüne döndü. Rahatladığını varsayarak doğruldum. Hâlâ gizlice onu takip ediyordum, o masadan kalkana kadar oturmak istiyordum. Beni ne ilgilendirir ki delirmenin eşiğine gelmiş birinin söyledikleri veya anlatacakları. Neden, neden, neden, diye çırpınmamın manası yoktu. Yoğun bir merak duygusunun esiriydim, o adam buradan ayrılmadan kalkmayacaktım. Arkamda bir hareketlilik hissettim. Baktım. Ayaklanmıştı, eline boş şişeyi almış, çıkmaya çalışıyordu. Önüme döndüm. Yanımda belirmişti. Dinlediğimi fark etmiş olmalıydı. Nasıl bir açıklama yapacaktım, ben tüm bunlar ile boğuşurken, dibimden gelen şangır şungur sesi ile irkildim. Gerçek anlamda korkuyu hissediyordum. Bir an baktım. Karşıma oturmuştu. Ağzımdan tek kelime çıkmadı. Kalp atışlarım hızlanıverdi birden.
“Elimde döndürdüğüm boş şarap kadehini, sevgilimle aramdaki iki karışlık boşluğa bıraktım. Ancak bu şekilde kesebilirdim kulağıma gelen uğultuyu. Nitekim öyle de oldu. Sessizlik beliriverdi. İki saniye öncesine kadar gülücük saçan, lordlar kamarasında var olduğunu sanan insanlar, o andan itibaren çaresizliği benimsemiş birer kölenin ciddiyeti ile bakıyorlardı. Bunu istemiştim. Ne de olsa benim doğum günümdü.”
Kabarık kaşları, kahverengi iri gözleri, kirli sakalları vardı, dudakları, burnu pürüzsüzdü, yüzüme bakarak hikâyeye devam ediyordu. Sakinleşmiştim. Kalp atışım normale dönmüştü, sözlerinin nereye varacağını bekliyordum.
“Anlatmaya başladım. ‘Hıristiyan inanışına göre İsa’nın Romalı askerlerce tutuklanmasından bir gün önce on iki havarisiyle yediği son akşam yemeği vardır. Yemeği tasvir eden birçok ressam olsa da biri gerek içerdiği sırlarla gerek betimlemesiyle daha ön plandadır, Leonardo da Vinci. Anlatılan İsa’nın o gece havarileriyle kutsal kâseden şarap içip ekmek yedikleriydi. Ancak Da Vinci’nin tablosunda ne ekmek ne de kâse yoktur. Ama asıl önemli nokta, masada havarilerden biri eksiktir, o kişi de ona ihanet eden, Yehudadır. Da Vinci, eserini üç yılda tamamlamış. Sebebi ise resimdeki her yüz için Milano sokaklarında yüz arayışında olmasıymış. İsa ve Yehuda dışında tüm yüzleri tamamlamış. Uzun uğraşlar sonunda İsa için de yüz modeli bulup resme ekledikten sonra Yehuda için arayışlarına devam etmiş. Bir türlü bulamamış. Epey bir zamanın ardından Yehuda için de yüz modeli bulunmuş. Ancak bulduğu o yüzün sahibi Da Vinci’ye küçük bir soru sormuş:
- Beni tanıdınız mı?
- Hiç sanmıyorum, sizi ilk defa gördüğüme eminim.
- Peki, size İsa’nın yüzü için modellik yaptığımı söylesem sizi şaşırtmış olur muyum?’
Kısaca, kurtarıcı İsa da ona ihanet eden Yehuda da aynı yüze sahipti. Ya da Leonardo’nun gördüğü buydu. Hiçbir şey anlamıyorsunuz değil mi, niye anlattığımı... Kimse cevap vermedi. Beyinleri bulanmıştı. İyi geceler dileyerek masadan kalktım, kimse bakmadı, kimsenin ağzından tek kelime çıkmadı. Yatağa uzandığımda ruhsal bir çöküntüyü üzerimden atmış gibiydim. Alt düşüncenin verdiği sadakatle onlara saldırmıştım. Karşı koyabilecek bir yapıları yoktu. Onların edinimleri sadece unutmak üzerineydi. Bir hafta sonra onlara küfür edercesine anlattığım o hikâye çoktan yok olmuştu.”
Bilincinin o gece yarattığı huzuru bana sunmuştu. Aynı rahatlığı kısa bir anlığına da olsa hissettim. Birbirimize herhangi bir şey söylememize gerek kalmadan kalktı. Sakin bedeninin nazik adımlarıyla caddenin akıntısına karıştı. Ne yapacağını, kim olduğunu bulmuştum. Boşlukta yaratımları olan, boşluğa ait bir tanrıydı o. Viskimden yudumladım, bir sigara yaktım, sonra karşımda duran ifadesiz bardağa anlatmaya başladım.