Sevgili Dünya,

“Kaçtığın şey neydi Süveyda?”
“Birçok şey.
Ben. Kendim. Korkularım.”
“Hislerinden mi korktun? Yaptıklarından mı yada yapabileceklerinden mi?”
“Gerçeklerden. Ve delirmekten korkuyorum. İnsanların “ah zavallı kız” bakışlarıyla karşılaşmaktan, bir noktaya bakıp dalmaktan o noktada kalmaktan. Uzaklar, uzaklıktan korkuyorum. Bir kelimeye fazla anlam yüklemekten korkuyorum. Günleri karıştırmaktan korkuyorum. En çok gökyüzünü anlayamamaktan korkuyorum.”
“Anlıyorum.”
“Anlıyor musun, Aziz?”
“Sanırım evet... Neden saklamak istiyorsun kendini?”

“Çünkü insanları tanımıyorum. Tanıdığımı sanmama rağmen beni şaşırtabiliyorlar. Yalancılar. Çok yalancılar.” 

Süveyda, odada Aziz’in de varlığını unutmuşa benziyordu. Kendi kendine konuşur gibi devam etti.

“Düzenbaz kalpsizler! Hepsi üçkağıtcı hepsi. Amacınız neydi ha, beni kandırıp ne elde ettiniz söylesenize? Hani nerde o sahte iyi dilekleriniz? Nereye sakladınız o yüzlerinizi? “Bir gün” dediniz, “bir gün unutacaksın.” Hatta bazılarınız daha da abartıp şöyle dediler: “Bu günlerini hatırlayıp gülümseyeceksin.” Bu zaman dediğiniz hani ilaç gelecekti bana? Mutluluk diye bir şey var evet, gördüm inkar etmiyorum. Ama uzak. Çok uzak. 

Yaşıyorlar, inanabiliyor musun? Yemek yiyor, geziyorlar ve biliyor musun, gülümsüyorlar. Hatta zaman zaman kahkaha attıkları bile oluyor. Sanki hiç can almamış gibi kahkaha atıyorlar. Sadece ağzı gülmüyor çirkin çirkin sesler çıkarmıyor gülerken, gözleri de parlıyor aynı zamanda. Bu kadarı da fazlaydı. Abartıyor. Abartıyorlar. Bu kadar mutlu olacak bir şey olmamıştı. Yalandan numaradan yapıyorlar bence.”

Aziz pür dikkat dinlemeye devam ediyordu. 

 “İnsanlar diyorum. Hepsi aslında birer katil. Ah ne yazlar geçti. Denizler dalgalanıyor. Hala kışlar geçmiyor. Hala soğuklar, soğuklar.”


‚Bir şanstı benim için. Hayatımda ilk defa kendimi düşündüm. Bana iyi gelecek diye başkalarını yok saydım.  Leyla’nın da dediği gibi belki, gerçekten de böyle biriydim ama hep sakladım.’

Süveyda, son satırlarını yürüyerek yazdı. Leyla’yı masada beklerken farkedince apar topar çantasına koydu defterini.

“Ben ona hiçbir zaman söz vermedim Leyla. Görüyorsun, daima burada kalmak istiyor.”

“İstersen kal dedin Süveyda.”

“Ama gitmeni istiyorum demiştim, neden bunları unutuyorsun? Yanımda kalmanı isteyecek güçlü derin hislerim yok sana karşı demiştim. Sen de vardın.”

“İstersen kal dedin Süveyda. Ben de vardım.” 

Ilık bir rüzgar esiyor, her iki kadının da saçlarını yumuşak bir halde savuruyordu. Masada saçparfümlerinin kokusu ordan oraya uçuşuyor, yan masadaki beyefendilerinin dahil dikkatini çekmeyi başarmıştı.   

“Dedim ya dedim! Kalmasaydı o halde. Görmedi, bilmedi mi sanıyorsun? Buna rağmen kaldı.”

“Umut etti. Bekledi ve hala bekliyor işte.”

“Bırak artık benim ile vicdanım arasında muhasebelik yapmayı Leyla. Herkes her şeyin farkında, kimsenin bir şeyleri sakladığı yok. İyilik meleğini oynamayı da bırak. Senin asıl niyetini biliyorum ben.”

“Bu halin tiksindiriyor artık beni.”

“Görüşme o halde benimle, ne zorun var?”

Leyla elindeki şarabı masaya bıraktı. Eline mantosunu ve çantasını aldı ve aniden ayağıya kalktı. Süveyda ile göz göz gelmek için, henüz toplanmamış gibi hala oyalanıyordu. Sonunda Süveyda içkisinden bir yudum aldı ve ona baktı.

“Bırak şov yapmayı Leyla, benden kopmak istemiyorsun. Merak ediyorsun beni. Hayatımı. Onu.”

Leyla hala sinirli görünmek için mimiklerini kontrol etmeye calışıyordu. Elindeki küçük çantanın üstündeki taşları oynamaktan neredeyse çıkartacaktı. Ve aynı hışımla yine yerine oturdu. Uzun uzun düşündü ne diyeceğini. Dudaklarını kemiriyor ve hala çantasının taşlarıyla oyalanıyordu.

“Yapma böyle Süveyda.” diyebildi çatlak bir ses ile.


Süveyda biliyordu, Sidar olmasaydı belki Aziz ile bir birlikteliği olurdu. Aziz de Süveyda da farkındalardı bu durumun. Ama hiç şikayet etmiyorlardı. Böyle olması gerektiğini farkındaydı Aziz. Süveyda konuşulmayan her hissin daha değerli olduğunu düşünüyordu. Belki Aziz apaçık anlatsa bu kadar değerli olmayacaktı artık. Aziz duygularıyla ön planda olmak isteyen bir adamdı. Kimseye kendini ispat etme çabası yoktu. Yaptığı her işi inanarak, severek yapıyordu. Yaşamayı tuhaf bir şekilde çok seviyor hatta bazen gerçekten keyif alıyordu. Güzel olan her şeye zaafı vardı Aziz’in. Güzel arabalar, güzel evler, güzel elbiseler, güzel yemekler ve tabii ki güzel kadınlar. Her ne kadar Süveyda onu tanıdığı günden beri hiçbir kadınla görmemiş olsa da çapkın bir kişiliği vardı Aziz Bey’in. Bu ünvanı belki de sanatçılığından önce dolaşıyordu dillerde. Kır saçları, dalgın umursamaz bakışı, daima rahat, sakin halleri onu çekici bir adam yapmaya yetiyordu. Süveyda Aziz’in bu manasız keyfini izlemeyi cok seviyordu. Aziz Süveyda’nın hep hissetmek istediği gibi hissediyordu. Bir gün o da bu kadar sade yaşamak istiyordu ama bunu beceremeyecek kadar karışık düşünceleri vardı. Aziz’e benzemek için onun sevdiği işlerle uğraşıyor, onun yanından ayrılmak istemiyordu. Aziz bunun farkındaydı. Süveyda biri ile beraber olacaksa bu Sidar olmalıydı, Aziz’e göre. Bu ağır yükü bir tek bu denli sevgi besleyen bir insan taşıyabilirdi çünkü. Sidar’ın bütün kıskançlığı hak buluyordu günün sonunda. Buna ayrı bir kin besliyordu Süveyda. Her seferinde haklı çıkıyordu Sidar. Kimi kıskansa Süveyda onunla kafasında muhtemel bir ilişki kuruyordur. Hayali de olsa haklı olmasını kaldıramıyordu. 

Sidar, bir zamanlar karşı komşusu olan Mühendis Bey’in Süveyda’ya bakışlarından rahatsız olduğunu söylemişti. Belki bu yüzdendir ki Süveyda Mühendis Bey’e daha önem vermeye baslamış, yaptığı tatlılardan komşulara verir, evdeki en ufak eksiği satın almak yerine karşı komşusundan rica etmeyi tercih eder olmuştu. Süveyda’nın üç beş yakın arkadaşı dışında görüştüğü pek kimse yoktu. Komşularına bile iyi gününde değilse selam dahi vermezdi. Mühendis ona karşı olan bu davranışları anlamış olacak ki Süveyda ile yalnız görüşmeye ve yalnız kalmaya özen gösteriyordu. Mühendis’in çok samimi tavırları sadece Sidar’ı değil Süveyda’yı da rahatsız eder olmuştu. Süveyda Sidar’a sürekli onu kaybedebileceği hissi vermekten hoşlanıyordu. Gözlerindeki o korkuyu görmek için abarttığı bu tarz oyunları vardı. Bir gün eve geldiğinde komşusunun taşındığını öğrendiğinde bunun sebebi olarak Sidar’ı gördü, onun kıskançlığının anlamsızlığını günler boyunca konuştu. Eline koz geçmişti. Sidar hayatı boyunca kimseye sesini bile yükseltmemiş bir adamdı. Mühendisin akıbetini sırf Sidar’ın çizgisini aştığını ispat edebilmek için haftalarca araştırmıştı. Sidar inkar da etse Süveyda hep onu sebep görmüştü.

Ne doğru bir adamdı Sidar. Her şeyin doğrusunu bilen. Ama Süveyda hiçbir zaman onunla gelecek hayalleri kurmadı. Bir an bile onunla mutlu olmayı düşünmedi. Bir an bile. Çünkü düşünse olacak diye korktu. İstemiyordu. Ona günahlarının bedelini yaşamak mutlu olmaktan daha mı cazibeli geliyordu? Neden kendini affetmeyi seçemiyordu? Bir türlü mutluluğa yakıştıramıyordu kendini.


“Beni sana getiren de Sidar oldu Aziz. Bana iyi geleceğini düşünmüş.”

“Sana resmetmenin iyi geleceğini düşündü, benimle arkadaş olmanın değil.”

“Benim için ikisi de aynı. Benim resim yeteneğim yok, gördün işte. Ben senin ile konuşarak sanat icra ediyorum. Konuşabilmek ve üstelik anlaşabilmek de sanat değil midir?”

“Sen bir sanatçıya ilham oluyorsun Süveyda. Bu sanatçı olmaktan çok sanat olmaktır. Sen sanatçı olmasan da olur, sen sanat kal.”

Süveyda, bu cümlenin hoşuna gitmesine rağmen bunu gösterecek bir mimik sergilememekten kaçındı, yüzünü kasıp daha sert görünmesi için gayret etti.

“Seni kıskanıyor.”

“Sidar bana ayırdığın vakti kıskanıyor, beni değil. Benim gibi yaşlı ve yorgun bir adamı neden kıskansın.”

Süveyda kahvesını iki eli ile tuttu. Bir süre içmedi, bununla elini ısıttı. 

“Bana bir şeyler yaz rahatlarsın demıştin. Bir ayrılık hikayesi değil bu. Basit bir aşk romanına hikaye olacak ucuz bir aşk değildi. Bu hikaye tek mısraya nasıl sığsın? Sadece son bakışmamıza makaleler yazılır. Kaldı ki, bu aşka yeni bir ansiklopedi serisi hazırlanması gerek. 1. Seri Kaçış:, 2.Seri: Tutukluluk, 3. Seri: Bağlılık diye seri seri devam eder böyle ve aşkı bölüm bölüm ayırıp her detayıyla anlatmak hissettirmek gerek. Ki ben, bütün kelimelerimi sersem önüme bu aşka yakışır anlamlar ifade edemezler. Hani Cemal Süreya’lar, Turgut Uyar’lar ne güzel oynarlardı kelimelerle ne güzel kavuşturur, sonra ayırır, sonra tekrar kavuşturur. Ne de güzel anlatırlardı anlamlı, değerlı kelimeleriyle bu hikayeyi. Benim kelimelerim yetersiz, benim kalemim güçsüz. Bize de kelimelerin basit oyunları yakışmaz. Biz ki, aşkı en uçta yaşadık. Gözyaşıyla kahkahasıyla, sevişleriyle ve savaşlarıyla en derinden. Ben aciz kelimelerimle mahvederim bu aşk denen eseri.”

Aziz, bazen Süveyda’nın konuşurken dans ettiğini görür gibi oluyordu. Anlattığı mevzulara duygularını yansıtarak dansa dönüştürüyordu. Tıpkı şimdiki gibi. Ama buna rağmen hala kendini ifade edememekten yakınıyordu. Kahvesinden bir yudum aldı, yüzünü ekşitti. Soğumuştu ama bu kendi suçuydu. Neden bu kadar bekletmişti ki?

“Geçen gün bir mağazanın önünden geçerken kendime denk geldim. Bir an tanıyamadım ne yalan söyleyeyim. Unutmuşum. Yüzümdeki hüznü. Bazı benlerin yerlerini bile. Saçlarımın eskisi kadar kısa olmadığını. Ne kadar çabuk uzadılar tekrar, oysa daha kaç mevsim geçmişti ki? Belki bir elin parmağı kadar belki daha az belki daha fazla. Zamanla arama bu kadar mesafe koymuş olmamla da yüzyüze geldim. Aklımda ne sayılara ne de mekanlara dair fikirler vardı. Kendimle alakalı birkaç bilgi dışında aklımda sabit yer edinen pek şey kalmamış gibiydi. Saçlarımı sola doğru ayırmışım. Eskiden sağa doğru ayırırdım. Ama o sabah bunu alışkanlıktan sola ayırmadığımı hatırladım. Gelişine taradım işte. Belkide aynalarla aramdaki bu düşmanlığa son vermem gerektiğini hatırlattı bana bu mağazanın camı. İnsan kendini unutur mu? Bir yerden tanıyormuş gibiyim kendimi. Eskilerden. Çok eskilerden hatırlar gibi oluyorum.”

Aziz bazı günler, tıpkı şimdiki gibi sessiz kalır sadece dinlerdi. Süveyda’nın sadece anlatmak istediğinin farkındaydı.

“Biraz geçti sanmıştım. Biraz da olsa kalbimin sancısı duruluyor sandım. Yaralarımın iyileşeceğine umut etmiştim. Ara ara rüyalarımda görüyorum. Ama dokunamıyorum çok soluk. Hayal gibi, sanki dokunsam kırılacak, bozulacak, bir şey olacak diye korkuyorum. Hayali de gidecek diye dokunamıyorum korkudan.”

Süveyda gözlerini kapadı. Ellerini havaya kaldırdı, hayali birinin yüzünü okşar gibi hareketler etti.

“Gözlerini aldı. Dudaklarını aldı. Ellerini de aldı ve gitti. Ama hayali bak bende duruyor. Hep burada. Beni bırakmayacak.”

Dışardan nasıl göründüğünü farkına varınca kendine geldi ve gözlerini açtı. Oysa kahveyi soğuk hiç sevmezdi. Ama onu bekleterek bunu hak ettiğini düşündü son yudumunda.
“Geçmiyor, geçmemiş anladım. Sadece gözlerimi başka yöne çevirmişim aslında. Ama geçtiği yok. Ağrı hala ağrı, sancı hala sancı. Aynı zehir. Ve ben bunu ömrüm boyunca içeceğim. Görmezden gelmeye çalışsam da kendimi kandırsam da hep var olacak.”

Busefer ayağıya kalktı. Aziz’e arkasını dönüp pencereden dışarıyı izledi.
“Yanıyorum diyorum, nasıl sönecek bu yangın? Nasıl özledim. Nasıl istiyorum. Denizler kadar özlem. Gökler kadar istek. Ölüyorum. Ama gelmiyor. Deliriyorum. Ama gelmiyor.”

Aziz’e dönüp çaresizce konuşmaya devam etti.
“Gelse nasıl yaşarım, nasıl ona dönerim? Ah bir gelse nasıl severim nasıl severim. Gelmiyor Aziz, hiç gelmeyecek diye ödüm kopuyor. Olur mu öyle şey? Ah bir sevdadır gidiyor. Aldı başını bana sormuyor. Ona gidiyor o gelmiyor. Canım diyorum canımın içi, can parçam, benim nefesim, benim sebebim. Gelsen beni alsan nasıl mutlu oluruz. Ölümü beklemeyi bilir misin? Neden bekliyorum neden yanmış bir limanda gemi bekliyorum? Limanı kim mi yaktı? O gemileri bense limanı. Dönsem de, gelse de, sevse de, ölsem de, kalmadı liman. Nasıl affedilirim? Nasıl emek emek diktiği güllerini çiğneyeni sever?”

Süveyda kendine karşı açtığı isyanı bir türlü sonlandıramıyordu. Aziz ona bu konuda yardımcı olamayacağının farkındaydı. Salonu dört dönerek konuşuyordu, sanki yerinde dursa kelimeler ağzından akamayacak gibi, sürekli hareket halindeydi.

“Ben hazırım yeni bir yaşama yeni bir başlangıca hazırım. Fakat nasıl aklanırım? Nasıl yok sayarım günahlarımı? Beni aklayın sevgili dostlarım. Temizleyin beni. Aklayın ki, yeniden doğabileyim. Yağmurun yağışını, yıldızların pırıltısını, rengarenk gökkuşağını ben de izlemeye hak göreyim kendimi.”

Aziz, kendini bir gösterinin ortasındaymış gibi hissediyordu.

“Geç ey zaman! Akmadığın kadar hızlı ak. Ak ki, iyileşeyim, kapansın kabuk bağlasın, bu yangınlar sönsün. Küllensin acılarım. Geç, zaman ak! Bak rüzgardan örnek al. Nasıl esiyor hızlıca geçip gidiyor.
Yaşlarım kurumadan yenisi geliyor. Mumlar sönüyor bak. Çiçekler soluyor. Ama içim hala sızlıyor. Sen bana yavaş geçiyorsun ey zaman! Unuttur bana bu günleri. „Neler olmuştu sahi? “ Diyeyim bu günlere. Gülüp geçeyim ben de. Acımasın hiçbir sevgim. Her ismini duyduğumda atmasın kalbim. Unuttur zaman. Bir tek bana mı yavaş akıyorsun? Yenileniyor herkes. Ben ise eskidiğimle kalıyorum. Ve hatta unutuluyorum. Ama unutamıyorum. Benim için de çabuk geç. Ben de yenileneyim ve unutayım.

Ey Dünya! Alacağım senden ışığımı. Renklerimi. Her nefesime kadar geri isteyeceğim. Bulutlara tekrar iade edeceğim gözyaşlarımı. Sonra dünya, her yer ışıl ışıl, her yer renk renk, nefes nefes dünya.
Ey dünya! Dokunma artık. Bak öğrendim, bak bildim.”

Süveyda’nın dünyayı karşısına alıp derdini anlatma çabasını sevimli buldu Aziz. Dünya derdini anlatabileni anlar ve ona dar olmazmış gibi bir izlenim yaratmıştı. Sanki asıl sorunlar bizim dünya ile kopukluğumuzmuş gibi. Aslında anlaşmaya, uzlaşmaya çalışsak, bütün sorunları ortadan kaldıracakmış gibi dünya. Belki de haklıydı. Aziz bu zamana dek hiç sesli konuşmadığını fark etti. Bazı günler kendi sesini hiç duymazdı bile.


“Bazen diyorum ki, keşke klişeleşmiş bir tanışma hikayemiz olsaydı Süveyda ile. Hatırlarken sevineceğim bir an olsaydı.”

“Keşke onunla tanışmamış olsaydım diyemiyorsun ama.”

“Neden başka düşüncelerde geziyorsun Leyla? Anlatmak istediğimin bu olmadığı gayet açık. Zamanı ve Mekanı konusunda keşkelerim var sadece. Bunları yanlış yerlere sürükleme lütfen. Umarım kendimi iyi ifade edebiliyorumdur.”

“Gayet iyi ediyorsun.”

Leyla sürekli başını sallıyordu. Sidar’a onu dinleyip anladığını sürekli hatırlatma ihtiyacı duyuyordu.

“Keşke.” dedi Leyla sessizce ve içinden devam etti cümlesine.

“Bir parkta oturuyor olsaydı mesela...” 

Sidar heyecanlı bir hikâyeye başladığını ayağa kalkarak daha iyi ifade edebileceğine emindi. Bahçede oradan oraya yürümeye başladı.

“…elinde Cemal Süreya şiirleri. Biliyorsun en sevdiklerini canı sıkılınca yazar durur. Ve ben tam da onun yanına oturuverseydim. Onca boş bank varken onun yanına tesadüf etseydim. Ve o şiirlerini mırıldanırken baksaydım sağıma, gözlerine denk gelseydim. Gülüşündeki o hüznü yakalasaydım. Herhangi bir şehrin herhangi bir parkında, herhangi bir bankında. Herhangi bir şiirin herhangi bir mısrasında. Ya da üniversitede çimlerin üstünde dersten bunalmış yorgun argın otururken yanına gitseydim, tanışmak istediğimi söyleseydim. Neden bu kadar basit olamadı...”

Leyla onu etkileyecek kelimeler arıyordu. Ne desem de hak verse bana? 

“Ama olmadı işte” deyiverdi. Dudağını ısırdı, pişman oldu. Söyleyecek daha iyi bir şey bulamadım mı diye kendine kızdı.

“Bana bir kere baksaydın, belki beni görecektin. Oysa bu benim hayatım. Kendi hayatımda başrolü bile oynamıyorum. Başrolün ölmesini bekliyorum yerine geçmek için.”  

Leyla bunları içinden söylemediğine inanamadı bir an. Gerçekten sesli söylemiş olmalıydı ki, Sidar’ın gözleri büyümüş dona kalmıştı. Sidar artık tepki göstermek zorunda hissetti kendini.

“Anla artık şunu, ben senin hayatının bir parçası değilim, hiç olmadım. Başka hikayelerden rol çalmayı kesmezsen hep üzüleceksin.”

“Bunu bana sen mi söylüyorsun?”

Bu sefer acıyarak bakıyordu Leyla. Bu sefer kendine değil ona acımıştı. Sidar durakladı. Kendiyle konuşmak istemediği konulardı bunlar. Değinmek istemediği, kalbini acıtacağını bildiği konular. Daha yorgun bir ses ile devam etti konuşmasına.

“Sana içimi açarken bunları bir gün karşıma sereceğini düşünememiştim. Beni hayal kırıklığına uğratıyorsun.”

İlk andaki dik duruşundan eser kalmamıştı, daha da güçsüzleşmiş, daha da umutsuzlaşmıştı. 

“Belkide artık görüşmemizin bir anlamı kalmayacak.”

Leyla bunun bir veda konuşması olacağını anladı ve Sidar’ın devam etmesine izin vermeden araya girdi.

“Hayır hayır, yanlış anladın beni! Ben asla böyle bir şey yapmam, delirdin mi Sidar? Ben seni bütün samimiyetimle dinledim hep, hala da mutluluğun için konuşuyorum.”

Leyla yalvarır gibi bakıyordu. Sidar bir adım daha atacak diye ödü kopuyor korkak gözlerle ona bakıyordu. Sidar Leyla’nın kendisine olan ilgisinin hep farkındaydı belkide bu yüzden güvendiği nadir insanlardan biriydi.

“Leyla bir daha lütfen-…”

“Tamam dedim, tamam. Lütfen otur tekrar.”

Leyla bu sefer kendi iç sesini susturamıyordu: ‘Ama ölmüyor, o ölmüyor. Ben onu öldüremiyorum, Sidar. Sen neden öldürmüyorsun? En çok sana akıttı zehrini hala gözlerinin içine bakıyorsun, bir tebessüm için dileniyorsun.’ Sidar’ı kaybedebileceğini biliyordu Leyla. Bunları ona söylemeye cesaret edemiyordu. Bu gerginliğin dağılması için sessiz kalmaması gerektiğini anladı Leyla.

“Ona yazdığın yazılardan hala haberdar değil, öyle mi?”

“Olması gerektiğine emin değilim henüz. Nasıl tepki vereceğini kestiremiyorum.”

“Okuması için yazmadın demek ki. Yazmak için yazdın.”

“Sana okumamı ister misin?”

Çeketinin iç cebinden bir deste mektup çıkarıp aralarından seçmeye baktı.

Leyla şaşkınlıkla bakıyordu.

“Neden yanında taşıyorsun?”

“Ben hazır olmadan okusun istemiyorum, evde bırakırsam yüksek ihtimalle bulur. Ama biliyor musun, ara sıra evde bir yerlere saklıyorum o heyecanı yaşamak için. Ama her seferinde aynı döngü. Eve gelene kadar kafamda kuruyorum hangi mektubu okumuştur ilk, hangi satırdadır şu an, hangi mısrada ne düşüncededir? Bu şekilde hazır olup olmadığımı da kontrol etmiş oluyorum. Ama sanırım hiçbir zaman bulamadı onları.”

“Sidar bu bahsettiğin kişi platonik sevgilin değil, senin eşin.”

Sidar konuyu dağıtmak için tekrar mektuplarını karıştırdı.

“Bak bunu o gün yazmıştım. Ne komik değil mi? Süveyda ölümün eşiğindeyken ben ona aşık olmak ile meşguldüm. “

ölümün dudağına yapışmıştı. kaçtığı yaşam mıydı? ölüm müydü?

yaşam onu terk edemezdi, bunun için gözleri fazla güzel bakıyordu.

ama ölüm onu çağırmış olabilirdi. her yerde özlenen biri gibi duruyordu.

yaşam ve ölüm onu paylaşamamışlardı besbelli.

şimdi karar onun. o ölümün dudağına yapışmıştı

 

giderse, orada bi yerde umarım rastlaşırız

kalırsa, burada bi yerde-

 

“Neden durdun?“

“Bu kadar, devamı yok. O gün sen de vardın. Devamı sende var mı?”

Leyla yutkundu. O güne dair kafasında sadece kaos vardı. Oradan oraya koşan onca insan. 

“O kaza kimsenin eseri değildi Sidar. Süveyda karışıktı sadece.”

“Kaza mı? Böyle mi nitelendirmeyi seçtin? Ben yangın derdim.”

Leyla’nın belki konuşmak istediği son şey o gündü. 

“Belki de ölüme bu kadar yakınlaştığı için sevdin onu Sidar, olamaz mı?”

“Vicdan mı yaptım diyorsun?”

“Yanında kimsesi yoktu. Çaresiz bir kadın bilmediği bir şehirde ölümle başbaşaydı, üstelik bunun suçlusu olarak kendini görüyordun ve sen de merhametli, iyi kalpli bir adamsın. Bu çok anormal bir sebep olmaz. Sen Süveyda’nın Mehmet’e olan aşkını kıskandın. Acı çekmesini sevdin, ona olan hasreti, bu sayede içinde beliren o boşluğu eksikliğini ve belkide pişmanlığını sevdin. Bütün bunlar sana çekici geldi çünkü değil böyle duygular yaşamak, etrafında yaşayana bile şahit olmadın. Yabancısıydın, merak ettin ve tanımak istedin tadmak istedin. Senin dünyanda beyaz yaka ve siyah kravat vardı. Sen kara dosyalar arasında seyehat ederken, Süveyda derin duyguların içinde yüzüyordu. Açtın her hisse, gerçekliğine imrendin. Bu aşk falan değil. Aşk dışında herşey olabilir, bilmiyorum adlandramıyorum. Aşk ile ilgili bir hastalıkta olabilir ama salt aşk asla değil.”

“Bayılıyorsun hayali tespitler etmeye, Leyla. Yazık ki beni tanıyamamışsın. Ben hiçbir zaman kadınların peşinden koşan, onlar için bir şeylerden fedakarlık edebilen bir erkek olmadım. Gelen geldi, giden gitti, bunu dert bile etmedim. Ama o gün ona duyduğum bu hayranlık beni bu şehire bağladı. Sen istersen bunu aşk diye değil hastalık olarak da adlandırabilirsin.”


Süveyda şımartılmak istiyordu. Kendinde bunu fark etmesine rağmen bu onun gururunu pek incitmedi. Her kadının hakkı diye düşündü, kendini akladı. Ara sıra Sidar’ı egosunu tatmin etmek için kullandığını düşünüyordu. Sanılanın aksine Süveyda Sidar’ çok düşünüyordu. Hiçbir zaman Sidara laik bulmadı kendini. Sidar, iyi eğitimli, kültürlü ve iyi de görünen bir adamdı. Süveyda da kendince pek fena sayılmazdı. Güzel denebilecek kadar iyi göründüğünü savunabilirdi. Yüzündeki benleri saymazsak eğer evet, pek fena sayılmazdı. Hiçbir zaman mantıksız hareket etmeyen, daima planlı ve programlı yaşayan bir adamdı Sidar. Aklı başında davranırdı. Belki de hayatı boyunca gelişini, gidişini, akışını kontrol edemediği tek sey aşk oldu. İlk raydan çıkmasını da yine aşık olduğu o ilk gün yapmıştı. Bu yanlış onun hayatı haline gelmişti. Bile bile bu yanlışa sürüklendi. Ve bugün de biliyordu. Yine olsa yine yapardı. Yine Süveyda‘ya aşık olup yine onda kalırdı. Süveyda böyle anlatıyordu ona kendini, yanlışım ben diyordu. Hep kendini yanlış gördüğünden belki. Yine kendine yakıştırdığı durum bu oldu. Onca kelime varken o bunu seçti. 

 “Bugün aramadın hiç.”

“İşlerim vardı. Hem açmayacaktın.”

“Ne olursa olsun arardın sen.”

“Beni mi bekledin?”

Süveyda’nın Sidar’ı beklediği düşüncesi onu heycanlandırmıştı, ona gülümseyerek baktı. Süveyda bu durumu anlayıp konuyu değiştirmek istedi.

“Ne yaptın bugün? Yorgun görünüyorsun.”

“Duruşmam vardı.”

“Leyla ile miydin?”

Sidar bu soru karşısında şaşırdı ama bunu göstermek istemedi.

“Evet. Buraya geldi. Bu durum seni rahatsız mı ediyor?”

“Yok hayır, sadece anlamıyorum. Senin dilini anlayacak bir insan değil ki o. Sen anlatırsın ama o sana iyi gelecek kelimeleri bile bulamaz.”

“Beni dinliyor. Bu yetiyor.”


“Neden hep sana geliyorum, biliyor musun?”

“Neden?”
“Sana koşarak birini öldürdüm deyip gelsem bile önce ‘önce şuraya bir otur’ deyip şu tekli koltuğa oturtursun beni, ardından bana orta boy bir kahve yaparsın, şekersiz ve bol köpüklü. Sonra şu karşı koltuğa oturup ‘şimdi sakince anlat’ dersin.”

“Boş bir koltuk ve orta boy şekersiz bir kahveyi her kafede bulabilirsin ama.”

“Bol köpüklü!”

“Hakkın var, her kafe benim gibi köpüğünü tutturamayabilir.”

“Biliyorsun, anlıyorsun işte. Bana ne yaşarsam yaşayayım bunun dünyanın sonu olmadığını hatırlatıyorsun. Ne yaparsam yapayım bana kızmıyorsun.”

Aziz, Süveyda’nın onu kendi gibi katil olarak kategorize ettiğini biliyordu ama yine de bunu itiraf etmesine şaşırmıştı. Ve bu yüzden çekinmiyor, ne anlatırsa anlatsın benim onu yargılamayacağımı biliyor diye düşünyordu. Bir katil başka bir katili neden yargılasın ki?

“Çünkü sen sandığın kadar güçsüz değilsin Süveyda. Olmak istediğin kadar kötü biri değilsin. Sana hiçbir şeyi unutturmuyorum değil mi?”

“Bu ne demek?”

“Bana anlattığın her şeyi detayı ile hatırlıyorum. Bunları hala bilen bir kişinin daha olması, yaşandığına daha çok inandırıyor seni. Unutmak istemiyorsun. Belki de bu yüzden benden kopamıyorsun. “

“Keşke seninle daha önce karşılaşsaydık Aziz. Belki o zaman Leyla da daha mutlu biri olurdu.” 

“Onun bununla ne ilgisi var?”

“Biliyor musun Aziz, bir keresinde ‘Belki de annem bir papatyadır’ demişti. O an bu cümlesini ciddiye bile almamıştım ama gecesi düşünemeden edememiştim. Ne demek istemişti ki? Bu kulağa oldukça edebi gelse de üstüne biraz düşününce aslında Leyla’nın da pek sağlıklı olmadığı gerçeğini ortaya sermiyor muydu? Üstelik Leyla’nın alerjisi vardı çiçeklere karşı. Leyla’nın son dönemlerde hep yanında taşıdığı bir bıçağı var. Öyle güzel ki. Annesinden kalan son şeymiş. Emniyet için yanımda taşıyorum diyor. Bıçakla arasında anlayamadığım tuhaf bir bağ var. Belki de bir gün onunla beni öldürmeyi planlıyor. “

Aziz şaşkınlığını gizleyemiyordu.

“Sürekli aynı kelimeleri kullanıyor bazen sadece kendini tekrarlıyormuş, kelimelerin yerini değiştiriyormuş gibi. Küçük bir kutusu var ve o kutuya, aç kalmamak gibi temel ihtiyaçlarını giderebilmek için sığdırabileceği bütün temel kelimeleri sığdırmaya çalışmış. Zavallı kelimecikler ezim ezim ezilmiş büzüşmüşler ve bu yüzdendir ki bazen bazı atasözlerini ve deyimleri yanlış yerlerde kullanıyor. Kolu, Ayağı kırık, topallayıp duran sayılı kelimeleriyle ayakta kalmaya çalışıyor. Üstelik haddini aşıp aşık olmaya kalkışıyor. Oysa aşkın ucuz kelimelerle işi olmaz bilememiş. Basit kelimeler ile aşkın duygu şelalesinden bir avuç suya ulaşabildi ancak. Yazık, neler hayal etmiş, nasıl da baş edebileceğini sanmış. Doğrusu var olan birkaç kelimelerini bile hiç kullanmadığına dair şüphelerim var. Öyle ki, bazı kelimeleri zaman aşımına uğramıştır, yürürlükten kalkmıştır. Bunun nedeni korkaklıktı zannediyorum ki. Bu bir hastalıksa şayet, araştırılıp derhal teşhisi konulmalı, Aziz. Kelime eksikliği. Bunun tanımı literatüre girmeli, Üniversitelerde ders olarak işletilmeli, halkı eğitmek, aydınlatmak gerek. Bu hastalık çoçukluk döneminde de başlayabilir yaşamın herhangi bir zamanında da. Bu durumda acil bir terapiye başvurulmalı ve büyük laf ebelerinden yardım alınmalı. Fakat araştırmadan da söyleyebilinir ki, Kelime eksikliği multifaktöriyel bir hastalık olmalı. Bir insan bu kadar küçük bir kutu ile bir ömür nasıl idare eder? İnsan ilişkisi kelimeler ile ayakta. Zaten bunca yalnızlığın başka mantıklı bir açıklaması olamazdı, öyle değil mi? Ağzına yapışan eeler bunun kanıtı. Belki de bu tanım hayatı boyunca geçirdiği tüm ruhsal krizleri de açıklar. Kendini ifade edemediği zaman, içinden yeteri kelimeyi bulamadığı, eksik hissettiğinde delirdigi her anı.”

“Buna neden izin veriyorsun Süveyda? Neden kopamıyorsun ondan?”

“Umarım ölümüm onun elinden olmaz Aziz. Bu çok basit bir son olur.”

Aziz’in, Süvayda’nın Mehmet ile ilgili duygularından çok, Leyla ile olan anlamsız dostluğuna canı sıkılıyordu. Dostluklarını, amansız bir hastalığa benzetiyordu. 

“Bir gün bile bana yaptığın iyiliklerden bahsetmedin. Beni kara kutun olarak görüyorsun belki de. Her kötülüğü şu masaya kusuyorsun. Çünkü sandığın kadar umursamaz değilsin. Geceleri rahat uyumak için bütün bu lekelerden aklanman gerek ve bunu burada yapabildiğine inanıyorsun.”

“Bundan rahatsız mısın?”

“Hayır, aksine. Beni her seferinde daha da heyecanlandırıyor anlatacakların.”

Süveyda gülümseyip arkasına yaslandı. Gözlerini kapadı ve derin bir iç çekti. 

“Sarılınca ne hissettiğimi hatırlamıyorum. Ellerini tuttuğum anlardaki o sıcaklığı aklımda canlandıramıyorum. Bilmiyorum artık dudaklarındaki ateşi. Film gibi. Eskiden izlediğim bir film. O an izlerken hissedip ağlamıştım, ama bugün o anın hissiyle hatırlayamıyorum. Önümde yürüyen bir çift gibi. Görüyorum ama içine girip hissedemiyorum. İçimdeki o kıpırtı o heyecan nasıldı bilmiyorum. Film gibi hatırlıyorum işte. Kadın ile erkek çok mutluymuş, çok seviyorlarmış birbirilerini. Sonu da belli işte. Bu unutmak mı Aziz? “

Aziz belki de bu yüzden seviyordu Süveyda’yı, onu çok zorluyordu. 

“Unutmaktan çok alışmaya benziyor. “


“Kendimi kırık bir vazo gibi hissediyorum.”
“O da nerden çıktı? Neden bir çiçeğe değil de bir vazoya benzettin kendini? Kırılmak yerine solardın ama çiçek kalırdın yine de.”
“Ne yani, solmak kırılmaktan daha naif olduğu için mi vazoya benzetemem kendimi?”
“Hayır, demek istediğim bu değil. Kelimelerle değil işim. Sadece merak ettim. Nefes alan, güzel kokan bir şey yerine o şeyi koyduğumuz cansız, ruhsuz bir eşyaya benzetmeni tuhaf buldum.”

“Solduktan sonra ha çiçek ha vazo ne fark eder ki. Ha kırık ha solmuş. Ama sanırım aradığın cevap şu; kendimi zaten çiçek hissetmemişim galiba, yoksa bu çöküşümü solmak olarak nitelendirirdim. Yani kendimi vazoya benzetmek hakkında uzunca düşünmedim anlık bir düşünceydi. Ama baksana demek ki bilinçaltımda bu tür şeyler varmış. Güzel kokmak, yaşamak yerine o güzel kokanın, yaşayanın, yaşamasına yardım eden biri olarak düşünmüşüm kendimi.”

“Anlıyorum.”

“Sanırım ben de anlıyorum. Galiba.”

“Fark ediyor musun?”

“Evet kendimi bilinçaltımda bile bitirmişim.”

“Yok be canım, onu demiyorum. Belki de hayatın boyunca yaşamak, güzel olmak, nefes almak yerine bunları yapanlar için var oldun? Bunu amaçlayıp yaşadın?”

“Yok cancağzım, böyle basit bir vazodan buraya kadar gelemezsin. Yani her anlamda insanlara iyi gelmeye calışmak kendine de iyi gelir. Ama bunu bir hayat biçimi haline getirmedim.”

“Şöyle bakalım o zaman olaya; yaşadığın ilişkileri düşün. Abla-kardeş, sevgili, arkadaş, her türlü ilişkilerini gözden geçir. Ve şunu düşün; onlarla sürdüğün ilişkilerin temelinde mutlu olmak mı vardı? Yoksa mutlu etmek mi?”

“Ne yapmaya çalıştığını anladım. Biraz sert girdiğin konuya argüman topluyorsun. Belki de haklısındır. Yani şu an geldiğin kıvam haklı olabilir. Bunu hayat amacı yaptığımı savunamam ama yumuşak bir biçimde düşünürsek onlara iyi gelmeye çalışıyorum diyebilirim. Ama bu yanlış olamazki?”

“Bunun doğruluğunu sorgulamadım. Sadece gerçekliği hakkında konuşuyoruz.”

“Peki doğruluğunu konuşursak? Yanlış mıdır sevdiğini mutlu etmek için çok çabalamak?”

“Bana göre mutlu olmadan mutlu etmek veya mutlu ederek mutlu olmak görünen kadar güzel değildir. İçi buruk bir ilişki olur.”

“Ama hani yaptığın geri dönerdi? Derler ya seni bulur diye. Bunu takip etmek mantıksız olamaz.”

“Değil zaten. Ama bunun hep olacağının da garantisi olmaz.”

“Denemek olmaz mı dersin.”

“Olmasa iyi olur derim. Çok çıktık konudan. Vazo diyordun?”

“Evet vazo işte. Bana çok çiçek de almazdı zaten. Öyle kırk yılın başı. Ama alınca da durup dururken sebep yokken alırdı. Ve bu çok güzeldi.”
“Neden?”
“Çünkü gerçekten içinden geliyordu o zaman, bilirdim. Ama bir yandan da kötüydü.”

“O neden?”

“Çünkü diğer zamanlar neden hiç içinden gelmiyor diye üzülürdüm.”

“İşte böylesin sen, hep ikili duygular, hep karşıt duygular içerisindesin.”

“Haklısın. Ne seviniyor ne üzülebiliyorum. Oysa Sidar’a çiçekleri ne çok sevdiğimi ifade bile etmedim hiçbir zaman. Ama her seferinde onlara çok iyi bakıyordum, hatta beni onlarla konuşurken bile yakaladığı olmuştur. Sence anlamamış mıdır sevindiğimi?” 

Aziz kimden bahsettiklerini bile tahminlerle anlıyordu. Bazen Süveyda isimleri ağzından kaçırıyordu böyle. Aziz,Sidar’dan bahsetmesine şaşırmıştı ama bunu belli ederse Süveyda’nın bunu saklamasından korktu.

“Korkuların çok fazla.”

“Haklısın. Kopamadım bir türlü onlardan. Keşke sevmeseydi beni. Baksana ben ona zarardan başka bir şey değilim. Böyle yaşamak zorunda değildi oysa ki. Bazı anlar şüphe duyuyorum. Hangi çiçek su almadan büyür ve solmaz? Ama hakikaten seviyor. Gizliden gizliye yazılar yazıyor. İçinde bana karşı beslediği bütün duygular çok yoğun. Bütün güzel anlarını beni sevmek ile mahvediyor. Ne yazık.”

 “Onun da yanlış yaptığına dair deliller aramaktan vazgeçmen gerekir Süveyda.”

Uzun bir süre sessiz kaldı. Aziz, Süveyda’nın bu süre zarfında içinden konuşmaya devam ettiğini düşünüyordu.

“Yanlış kurulmuş bir cümle.” dedi aniden.

“Bir cümleye mi benzettin kendini şimdi de?”
“Yok şimdi değil, onunla tanıştığımızda böyleydim.”
“Neden yanlış kuruldun?”
“Karanlık buruk acı. Kötü olan, yanlış olan her şey üstümdeydi sanki o an. Ve bir cümle olsaydım, bir kitapta yanlış kurulanı olurdum.”


 “Yemek yapmamışsın?”

“Çok olmadı geleli. Gelsene yanıma.”

Süveyda mutfaktan sonra odasına gidip üstünü değiştirmek istiyordu. Bu ses tonu ona bir şeylerin yolunda olmadığını anlatmaya yetti. Sidar ne zaman bir sorun olsa mağrur bir tonla az ve öz konuşurdu. Yanına gidip oturdu.

“İyi misin?”

“Neden hala ona yazıyorsun Süveyda? Yanımda kalmaktan acı mı duyuyorsun? Bilmek istiyorum. Her detayı ile.”

Bozulmaması gereken bir yemin bozulmuştu sanki. Muazzam bi koroda cırtlak sesli bir kızcağız vardı sanki. Olmaması gereken ne varsa o an olmuştu. Bu iki cümle her felaketin başlangıcı değil miydi? Gereği yoktu bütün düzeni bozmaya. Neden üzülmek istiyordu? Bilerek kazaya sürükleniyordu. Ve kötü olan da bunun farkındaydı. Artık kimse hiç birşey olmamış gibi davranamazdı, kimse değil birbirini, kendini bile kandıramayacaktı. Herkesi mecburi bir dürüstlük almalıydı. Ah her sessiz kuralı bozuyorsun, nasıl pişman olacaksın nasıl. 

Sidar bu mavi defterin herhangi bir sayfasını açıp yazıları bağıra bağıra okumaya başladı:


Beni bir kere daha öpseydin
Böyle çirkin bakmazdı aynalar

Bir kere daha sarılsaydım boynuna
Böyle karanlık kalmazdı bu şehir

Beni bir şarkı kadar daha sevseydin
Böyle kırgın olmazdı yıldızlar

Ne vardı biraz daha kalsaydın
Ne vardı biraz daha sevseydin

 

Süveyda, Sidar’ın sesinin titrediğini fark etti.

“Yeter artık Sidar, yapma.”

Sidar o an duyduğu şeyin üzüntü değil öfke olduğunu yansıtmak ve ona bunu inandırmak için daha yüksek bir ses ile devam etti.

 

Senden ayrılmak,

bir şehri terketmek gibi.

Senden gitmek,
en alışık yerden kopmak gibi.
Çıplak ayaklarla bir parça eşya bile almadan yanına.
Beş kuruşun olmadan cebinde.
Nereye bilmeden,
Kime bilmeden,
Nasıl bilmeden.

Senden ayrılmak,

gökyüzüne küsmek gibi.

 

Artık mavi olma, karar ey gök!
Benim yeşilim söndü,
Senin de mavin sönsün, ey gök!
Karar ey gök!
Işıl ışıl mavileme.


“Ölmüş bir adamı kıskanıyorum. Ne rezil bir durum.”

Süveyda defteri elinden alıp yüksek bir ses ile “Git Sidar!” diye bağırdı.

“Demiştim sana. Bir gün bıkacaksın. Sevgin bitecek. Artık tek başına bütün bu sevdayı taşıyamayacak hale geleceksin. Çünkü sen de sevilmek isteyeceksin her insan gibi. Bunu farkına vardığında kalbin o kadar yorulmuş olacak ki, bütün bu yükün altında ezilmiş kalacak. Şu an ona yazık ediyorsun fazla yoruyorsun. Yıpranacak! Neden Sidar, madem kırıyordum hayallerini öldürüyordum çiçeklerini neden yanımda kaldın, neden yanında kalmamı istedin? Yazık olmadı mı? Ellerimi tutan ellerine, gözlerime değen gözlerine, ya dudaklarına, yazık olmadı mı?” 

Süveyda’nın aksine daha sakindi Sidar. Sessiz ve yavaş konuşuyordu. Ağzından çıkacak her kelimeyi kontrol etmek istiyordu.

“Benim kalbim senin. Senin için çarpıyor. Varsın senin için yıpransın. Bir saç teline ömrümü feda ederim, bir gülüşünle yetinirim. Sen yak desen bütün dünyayı yakarım, bir ikimiz kalalım desen insanlığı yok ederim ama sen git diyorsun, içimdeki iyileri öldürüyorsun. Sen bir çeşit katil değil misin? Ben artık seni görmeden yaşayamam. Şımardın de, ne dersen de. Ama seni görmek iyi hissettiriyor. Biraz da olsa yaşadığımın farkına varıyorum. Eski ben olamam, içimde çırpınan son güzel duyguları yok edemem. Seni bırakamam. O yüzden burada kalmaya devam edeceğim. Senin için değil, kendim için.”

“Ne zamana kadar sürecek bu oyun? Mutluluk oyunu oynuyorsun, farkında değilsin. Sen mutlu değilsin ve kalırsan hiçbir zamanda olamayacaksın. Hayalleri kafanda gerçek tutmaya çalışırken orada hapsoldun. Gerçek hayata odaklanamıyorsun. Beni de dünyanda mutlu sanıyorsun. Ama bu oyunu sonlandırmadan gerçek mutluluğu yaşayamayacaksın. Ve ben her fırsatta sana bunun gercek olmadığını ispat edecek biçimde yaşıyorum, bu seni daha da mutsuz edecek, bilmiyorsun.”

“Beni, seni çok sevmekle suçlayamazsın, Süveyda. Sen benden kaçmasaydın, saklamasaydın kendini, ben sana doyardım, buna gerek duymazdım. Bilmiyorum belki de doymazdım ama benim bu denli hasta olmamda senin payın büyük. Bunu sen yaptın! Biraz izin verseydin sevmeme, bu hale gelmezdim. Seni sana rağmen sevdim. Sevmeme bile karıştın, buna engel olmak istedin.”

“Suçuna, yanlışına beni dahil edemezsin. Bu büyük bir yalan.”

“Ben bütün duysallığımı sende kullanıyorum, Süveyda. Bütün güzel hislerimi sana harcıyorum. Yine kaçıyorsun ama bu sefer benden değil kendinden. Kendi kalbinden. Hislerini görmek istemiyorsun, kaçınca bitecek sanıyorsun. Korkaksın. Sevmekten çok korkuyorsun. Duygularını göstermekten çok korkuyorsun. Bak bana, ne zaman sakladım duygularımı? Ne zaman gururum kalbimin önüne geçti? Sen beni küçümserken ben yine sana tapıyordum. Bunun adı aşk. Sen kendinden bile gizliyorsun hislerini. İşte en büyük korkaklık bu.”

Süveyda’nın yanına oturup gözlerinin içine baktı uzunca bir süre. 

“Ben hep sana koşarak gelmedim mi? Bazen kusmaya. Bazen çiçek açmaya. Ama hep sana gelmedim mi? Bazen beni öper, bazen beni öldürürdün. Ama hep yine sana gelmez miydim?”

Süveyda, Sidar’ın yüzünü avucuna aldı. Ona bir anne şefkati ile yaklaşmasını sevmedi Sidar. Süveyda yüzünü okşayarak konuştu:

“İçinde tutamazsın ki her öfkeni. Kaç gözyaşı daha yutabilirsin? Susma, bağır. İste senden koparılanları.”

“Benden neden saklanıyorsun, Süveyda?”

Süveyda’ya bacakları ve kolları fazlalık geldi, onları nereye koyacağını bilemedi. ‘Keşke kesip atabilsem’ diye geçirdi içinden. Elini ayağını kendine çekti, ortalığa saçmak istemedi toplandı. Yerinde gittikçe küçülüyordu. Belkide bu kalabalığı böyle engellemek istedi. Elini alnına götürüp ovmaya başladı. Baş ağrısından mı yoksa gerçekten saklanmak istemesinden mi kendi de emin olamadı.

 “Beni farklı hayal ettin biliyorum. Hayatına ışık saçarım, karanlık sokaklarını aydınlatırım diye umut ettin. Kurumuş topraklarına çiçekler ekerim sandın. Ama ben Sidar, ben ise içime döküldüm. Yapraklarım bu kadar açılmaya gayret ederken içime döküldüm. Düşünsene gökkuşağının rengini içine kaçırdığını. Felaket. Böyle bir durumda dünya çalkalanırdı, öyle değil mi? Manşetler nasıl yazılırdı? ‘RENKLERİMİZ KAYIP!’ Koca harfler ile başlık, ardından ise alt başlığı daha dikkat çekerdi; ‘Dünya kayıp renklerini arıyor, bulana bir rengini hediye ediyor!’ Her memlekette sayfa sayfa baskılar her dilde yazıyor. Gazeteler yazar televizyon kanalları yayınlar, herkes bunu konuşuyor olurdu. Teyzeler kapı önünde çekirdek çitlerken kendi aralarında bunu konuşur: ‘Duydun mu gökkuşağını? Ah ne de güzel renkleri vardı, ah ne de güzel açardı. Duydum duydum, vah ki ne vah!’ Sokaklara akıyor insanlar, köşe bucak renklerini arıyor dünyalılar. Çünkü kıymet biliyorlar. Hiçbir rengin kaybolmasına sessiz kalamazlar. Ama benim renklerimin hesabını kimse sormadı. Kimsenin haberi bile olmadı. Gökkuşağı olduğumu iddia etmiyorum, ama benim de kendime göre açılmak için an kovalayan renklerim vardı elbet. Pencere kenarları kovalayan, aralık bıraksa da uçsak diye sabırsızlanan kuşlarım vardı, yok değil. Hepsini içime hapsettim. İçimde çırpınarak can verdiler sonunda. İşte böyle derledim ruhumu. Yer yer maviler, kırık kırık çiçekler, soluk soluk yapraklar. Geç kalan mevsimlere döndü ruhum. Ben şarkılar yazmaya hazırdım, Sidar. Ama müziğe dair ne varsa seslerini kıstılar, ölüm varmış gibi kapadılar şarkıları. Koca Şehir matemdeydi...”