BİRİNCİ KISIM

-1-

Ve insan gözlerini açtı.

Hayatı boyunca sadece üç evreyle yaşamını geçiren insan, artık varoluşunu keşfetti. Gözlerini sımsıkı kapatan bandı çıkarmış, etrafa saçılan küllerini tek tek toplamış ve yeniden doğmuştu artık. Gökyüzünün tonları mavinin bendini aşmış, çok daha derinlere inmişti. Gözlere bakıldığında ise gözbebeğinin en içi görülebiliyordu. İnsan beden olmaktan çıkmış, fikirler âleminde dolaşmaya başlamıştı.

Doğmak, büyümek ve ölmek...

Basit bir canlının sadece üç evresi vardı. Onlardan ayrılan, kendisinin farkında olan, insanlar ise bu hayatı üçten fazla evreyle yaşıyordu. Hiçbir zaman herkes olmayı, makineleşmeyi tercih etmiyordu. Kendini bulmasıysa epey uzun sürüyordu.

*

Yanağına düşen tek bir su damlası, gözlerini kapatıp elinin çantasındaki şemsiyeye davranmasına sebep olmuştu. Her ne kadar ıslanmayı seven biri olsa da sınav haftasında ıslak saçlarla otobüsü bekleyip hastalığa davetiye çıkarmak istemiyordu. Özellikle dönemin bitmesine birkaç gün kalmışken... Büyük şehirde okumanın kötü yanlarından biri okul çıkışında sıranın bir hayli uzun olmasıydı. Yanağındaki su damlasını sildikten sonra çantasından şemsiyeyi çıkarmaya çalışırken onlara gülerek bakan birkaç kişiyi de yok saymaya çalışıyordu.

“Bir şemsiyeyi bile çıkaramıyorsun!”

Biraz önce bahsettiği birkaç kişi gülmekle yetinmemiş, üstelik dalga da geçmişlerdi. Harika! Yağmur hızını gitgide artırırken onlarla uğraşmak yerine omzundan çantayı çıkarıp şemsiyeyi daha kolay bir şekilde alabilmeyi yeğlemişti. O bunu yaparken diğerlerinin gülmesi şiddetini artırıyor, hatta kahkahalara dönüşüyordu. Uzun sırada bu kadar fazla kişi varken yine göze çarpmıştı, bu durumdan nefret ediyordu. Şemsiyesini eline aldıktan sonra çantasını eski konumuna getirirken onlara ters bir bakış attı. Ters bakışları işe yaramamıştı, küçümseyici bakışlarla bakmaya devam ettiler.

Otobüsün yaklaştığını gördüğünde biraz önce olan her şeyi kenara bırakıp otobüs kartını eline aldı. Onunla önündekiler de aynı şeyi yapmışlardı. Bir asker edasıyla hazır durumda otobüsü beklemeleri ne kadar üşüdüklerini gözler önüne seren bir görüntüydü. Koltuğa oturduğunda yaptığı ilk şey şapkasını çıkarıp okuma kitabını eline almak oldu. Gözleri kelimelerde gezinirken kulaklarında çınlayan topuklu ayakkabıların sesiyle başını o yöne doğru çevirdi. Şu an yanına oturmaya yeltenen kişi, Evrim Çakmak, onun bölüm öğretmenlerinden biriydi. Normalde arabasıyla gelirken bugün şaşırtıcı bir şekilde otobüsü tercih etmişti. Evrim Çakmak kendisinde olan bakışları fark edince gülümsedi. Bu gülümseme kesinlikle sıcak, samimi bir gülümseme değildi. Her zamanki otoritesini belli eden donuk gülümsemesiydi.

Evrim Çakmak’ın onu daha fazla garipsememesi için kitabına geri döndü. Evrim ise başını hafif yana eğmiş, onun okuduğu kitabı inceliyordu. Yanında böylesine harika bir varlık dururken kitaba odaklanamadığı için kendine daha fazla eziyet çektirmek istemedi ve kitabın kapağını kapattı. Evrim Çakmak hareketi yanlış anlamış olacak ki,

“Rahatsız mı ettim?” diyerek kendi tarzıyla özür diledi.

“Yok, hayır. Sadece...” Devamını getiremedi. Ne diyecekti ki, onu hayatının merkezine koyup kendini bir gün Evrim Çakmak olarak hayal ettiğini mi? Bu kocaman bir saçmalıktı!

“Geçenlerde beni aramışsın ama odamda bulamamışsın. Seminerim olduğu için okula gelememiştim.”

“Evet, bunu asistanınız söylemişti.”

“Şimdi konuşmak ister misin?”

“Otobüste mi?” Sorduğu sorunun saçmalığından utançla gözlerini kapattı. Evrim ise kısa bir kahkaha atıp cevap verdi.

“Hayır, bildiğim çok güzel bir yer var. Hem atıştırırız hem de sohbet ederiz.”

“Benim için sıkıntı yok ama anneme haber vermeliyim.”

“Bekliyorum.”

“Anlayışınız için teşekkür ederim.” Evrim Çakmak, onun söylediği şeyi cevapsız bırakarak önüne döndü ve mesajlarını yanıtlamaya başladı. Annesini aradığında telefonda konuşurken Evrim’in gözlerini üzerinde hissedebiliyordu. Her ne kadar şu an öğretmeni olarak değil, hayatındaki diğer insanlar kadar normal biri olarak yanında oturuyor olsa da Evrim Çakmak’ın ciddiyeti onu geriyordu.

“İzin aldıysan burada inmemiz gerekiyor.” Başıyla onu onaylayıp yerinden kalktı ve Evrim’le birlikte otobüsten indi. Elinde açık duran kitabı kapatıp nereye gittiklerini anlamaya çalışıyordu. Buraya daha önce gelmemişti.

“Buraya daha önce hiç gelmedim.”

“Çok şey kaçırmışsın o zaman, senin gibi edebiyatla bu kadar ilgili birisinin böylesine harika bir kitap kafeye gelmemiş olması çok şaşırtıcı.” Evrim Çakmak böyle diyorsa kesin güzeldir, diye düşünmeden edememişti -ki içeri girdiklerinde gerçekten de harika bir yer olduğunu gördü.

Gri – siyah karışımı tonlamaya sahip duvarlarda birbirinden değerli yazarların fotoğrafları vardı. Düzenli bir şekilde yerleştirilen masaların etrafını küçük kitaplıklar çevreliyordu. Sıcak bir ortama sahip olan bu kafe, yakında onun hiç çıkmayacağı bir yer hâline gelecekti.

“En sevdiğin yazar kim?” Bu onun için çok zor bir soruydu. Çünkü sevdiği yazarlar sadece bir taneyle sınırlı değildi.

“Oğuz Atay, Peyami Safa, Sait Faik Abasıyanık, Stefan Zweig, Franz Kafka...”

“İşte, aradığım kanı buldum!” Evrim Çakmak’ın ne demek istediğini o an anlamadı.

“Ne demek istiyorsunuz?”

“Bu soruyu tek yazarla geçiştiremeyenlerden biri de benim. Senin de öyle olman hoşuma gitti. Bakalım hangisinin masası boşmuş?” Şimdi kafası daha çok karışmıştı. Evrim etrafına bakınıp çocuk gibi sevinerek bir masaya yönelince hangisi olduğunu merak etmişti. “İkimizin de ortak sevgilisi!” Gösterdiği fotoğrafı ve fotoğrafın altındaki masanın yüzeyinde yazan kitap alıntılarını görünce ikisinin de Oğuz Atay’ı çok sevdiğini anlaması onda biraz şok etkisi yaratmıştı. “Bana neden öyle bakıyorsun?”

“Şaşırdım.” Evrim Çakmak onun hâliyle oldukça eğleniyor gibiydi.

“Aslında şaşırmak yerine sevinebilirsin.” Kendini bu kadar seven bir insan çok nadir görülürdü. Evrim’in işaretiyle birlikte ikisi de oturduktan sonra karşısındaki öğretmenini incelemeye başladı. Kimsenin dilinden düşmeyen Evrim Çakmak... Düz, kahverengi saçlarıyla aynı renkteki gözleri birbirini tamamlıyordu. Hafif tombul yanakları onu samimi gösteriyor olsa da özünde samimilikten eser yoktu. Kesin çizgileri olan birisiydi. Çizgilerini geçmeye çalışan en sevdiği insan bile olsa ona müsaade etmezdi.

Garson siparişlerini almak için yanlarına geldiğinde ikisi de aynı anda,

“Kahve,” dedikleri zaman şaşkın gözlerle birbirlerine baktılar. Bu sefer Evrim de şaşırmıştı.

Garson onları onayladıktan sonra yanlarından ayrılınca Evrim Çakmak söze başladı.

“Anlat bakalım, o gün neden benimle konuşmak istemiştin?” O gün çok heyecanlandığı konuyu şu an düşününce o kadar saçma gelmişti ki konuyu değiştirmek için can atıyordu.

“Şey, aslında önemli bir şey değildi.”

“Eğer sen konuşmak istediysen önemlidir. Kolay kolay gelmiyorsun yanıma.” Evrim’in okuldaki davranışlarına nazaran kendisine böyle davranması onun yüreklenmesine sebep oldu.

“Bir kitap yazıyorum.”

“Şaşırmadım.” Evrim Çakmak’ın söylediği şeyle yüzü asıldı. Haklıydı, edebiyatın canını çıkaran insanların çoğaldığı bu dönemde gerçekten çok haklıydı. “Hemen surat asma, edebiyata olan ilgini yakından takip ediyorum. Böylesine edebiyata bağlı olan birisinin kitap yazması tabii ki beni şaşırtmadı.”

“Aslında ne yazarsam yazayım yazdıklarımı bir türlü beğenemiyorum.”

“Bu kötü bir şey değil.”

“Nasıl yani?” Şu an Evrim’le karşı karşıya oturmuş onun kitabından bahsediyorlardı, şaka gibiydi!

“Şöyle ki, eğer yazdıkların seni tatmin ederse kendini geliştiremezsin. Sürekli kendini yenilemen için tatmin olmaman gerekiyor. Sen çok doğru bir yoldasın. Yazdıklarını beğenerek inceleyip ‘oldu bu iş’ havalarına girersen hiçbir zaman o iş olmaz. Bir süre sonra yerinde saymaya başlarsın. Unutma, değişmek için durmamak lazım.”

“Dediklerinizde haklısınız ama ben yazdıklarımı beğenmedikçe kendimi daha çok yıpratıyorum.”

“Sanat fedakârlık ister. Sen şu an en büyük fedakârlığı yapıyorsun. Kendini bu yolda harap edecek kadar çok seviyorsun sanatı. Senin gibilerine çok ihtiyacımız var.” Evrim Çakmak dedikleriyle onu büyülemeyi başarmıştı. Büyülendiği şey onu övmesi değil, aksine sanata böyle bir bakış açısıyla bakmasıydı.

Kahveleri geldikten sonra bir müddet sessizlik oldu. O kahvesine odaklanmış, aynı zamanda Evrim Hanım’a söyleyecekleri hakkında cesaretini toplamaya çalışırken; Evrim yine direkt konuya girmişti.

“Ne zamandır benimle konuşmaya çalıştığına şahit oluyorum. Derslerde bile gözlerimin içine hiç bıkmadan bakan sadece sen varsın. Böyle bir öğrenciye sahip olduğum için çok şanslıyım.”

“Asıl ben sizin gibi bir öğretmene sahip olduğum için çok şanslıyım.” Kahretsin! Ona olan hayranlığını yine belli etmişti.

“Bu lafları çok duyuyorum ama samimiyetine inandığım sadece sen varsın. Sınavlarımdan tam başarıyla geçememene rağmen bana böylesine sevgiyle bakman beni mutlu ediyor.”

Ah, yine şu konu! Evrim Çakmak’la ilk defa bu konu üzerinde durmuşlardı ama her sınav haftasında içi içini yiyordu. Fakat başarının sadece notlarla, sayılarla ve derse olan katılımla sınırlı olmadığının da farklıydı. Evrim Hanım da bunun farkında olacak ki onun edebiyata olan ilgisini derslerdeki performansıyla sınırlı tutmamıştı.

*

Evrim Çakmak’la görüştükten sonra eve döner dönmez bilgisayarın başına geçti ve internetten konuşmalarını izledi. Sadece edebiyat hakkında değil, sosyal yaşantıyı etkileyen her konuda konuşmaları vardı. Adı sıkça duyulan mekânlarda konuşmalar yapıyor, kitapları için imza günleri düzenliyordu.

Onun hayatını yaşamak için her şeyini vermeye hazırdı. Fakat Evrim’de olup da onda eksik kalan bir şey vardı: soğukkanlılık... Hayatı boyunca güçlü olmaya, kendine güvenmeye çalışıyor ama ufak bir sunum yaparken bile sesinin titremesine mâni olamıyordu. Böyle olmaya devam ederse de istediği hiçbir şeyi elde edemeyecekti.

Telefonuna gelen bildirimle videoyu durdurdu. Teoman Lav’dan bir e-posta gelmişti. E-postayı çekinerek açtı çünkü onları zora sokacak bir mesele olmadığı takdirde öğrencileriyle genelde Okan Bey iletişime geçerdi. Mesajı okuduğundaysa yanılmadığını anladı.

“Sayın Edebiyat Öğrencileri,

Bir sonraki dersimiz için aşağıdaki kitapları okuyacaksınız ve dönem sonuna kadar hepsi hakkında makale yazacaksınız. Dönem ödeviniz final notu olarak değerlendirilecektir.

Teoman Lav.”

Bu mesaja ek olarak da on tane kitap adı yazmıştı. Bu adamla nasıl baş edeceğini hiç bilmiyordu, hayallerini suya düşüren en büyük etken Teoman Lav’dı ve o bu engeli bir türlü aşamıyordu.