AŞIK ABDAL
Sonbaharın serin ve kuru rüzgarlarının, Sivas’ın bozkırını tokatladığı bir Perşembe günüydü. Elinde sazı, kafasında kasketi ile köy köy dolaşan herkesin Aşık Abdal diye bildiği, ama asıl ismi Üveys olan aşığımız yine köylerden birine toplamıştı etrafına ahaliyi. O sazına vurdukça sazın telleri yerine ahalinin gönlü titriyordu adeta. İnsanlar aşığa bakıp sihirli sözlerinde kaybolup ağlıyorlardı ama Abdal, onların bu hallerini göremiyordu. Bunun nedeni Üveys doğduktan sonra kısa bir süre, kendinden önceki kardeşlerinin de geçirip vefatlarına sebep olan çiçek hastalığı geçirmiş ve bu olay sonucunda tek gözü kör olmuş diğer gözü de yarım yamalak görmeye başlamıştı.
İleride Aşığımızın türkülerine de konu olacak talihsizlik onun peşini bırakmamış ve tek gözünü de yanlışlıkla babasının değneğini oğlunun gözüne sokmasıyla kaybetmişti.
İşte bu yüzdendir o dünyayı içinde kurmuş içinde yazmış, onunkiler bir içine kapanmanın, dünyanın kirinden uzak olmanın değerleriydi adeta. Hayat ona küsse de o hayata küsmemiş hayata tutunmuş, kin beslemeden hatta kendisine yapılan ihaneti bile affedip iki kapılı handa yaşadığını bu iki kapının arasındaki yolunda uzun ince bir yol olduğunu unutmadan yaşayıp, yaşatıp göçmüştü.
İşte hayata böyle bir eksiklik bir talihsizlik durumuyla başlasa da, hayata küsmemenin mükafatını almış, artık elinde sazıyla bozkırı dolaşan meşhur bir ozan bir aşık haline gelmişti. Bu meşhurluk o kadar artmıştı ki Ankaralara kadar hatta Atatürk’e kadar ulaşmıştı. Atatürk bir gün radyo dinlerken bizim Aşığı da duymuş pek beğenmiş onu yanına çağırmalarını istemiş yaverlerinden. Bu haber bizim aşığa ulaşınca sevinçten havalara uçmuş belki de hayatının en mutlu anlarından birini yaşamıştı. Haberi alır almaz arkadaşı, can yoldaşı Agah efendi ile Sivas’tan yollara düşmüşlerdi Ankara için.
“ Yav gardaşım sen bu haberin kesinliğinden emin misin, yani koskoca paşa bizi ne deyü çağırsın.” Dedi Agah efendi. Bu sözlere biraz kırılmıştı aşık;
“ Niye imiş gardaş, bizim ne kusurumuz var da paşaya layıkgörmedin bizi.”
“ Ya yok gardaş bir kusurumuz yok da, yani koskoca paşanın Allah’ın bozkırında yaşayan bizim kör aşığı dinlemesi biraz garibime gitti. ( Bu sözlerin aşığın kabini kırmasından korkan Agah mahcup bakışlar attı Agah efendi.)
“ Niye bu paşa milli mücadeleyi bizimle birlikte halkın içinde vermedi mi?”
“ Ya orası öyle öyle ama o, o zaman bize mecburdu şimdi değil. Onu biz köşkte batılı sanatçılardan konserler dinleyip keyiflenir biliriz. “
“ Demek ki değilmiş, demek ki sizin sandığınız gibi değilmiş Agahım. Siz herhalde onu başkalarıyla karıştırdınız o bu memleket için çabaladı çok çalıştı, onunla görüşmek yardan dan en çok istediğim şeylerdendi o’da oluyor çok şükür.”
“ Daha dur bakalım aşığım hele daha dur gidince göreceğiz.”
İşte bizim iki dost böyle konuşa konuşa yürüyerek Ankara’ya varmışlardı. Ankara başkent olduğundan beri artık eski bozkır halini bırakmış artık gelişen ülkenin en gelişen şehri olmuştu. Aşık Abdal ve Agah efendi Ankara’yı gördükten sonra şaşırmışlardı, sağ dönseler fabrikalar sola dönseler yeni ama soğuk mimarili apartmanlar, birde camileri var ki asıl şaşkınlık onlaraydı. İşte bu şaşkınlık ile köşkün yolunu tutup paşayla görüşmeye gitmişlerdi hemen. Lakin aşık tek alındığı Çankaya köşkünden geriye hüzünlü dönmüştü. Onun bu halini gören dostu Agah;
“ Hayırdır gardaş nedir bu halın?”
“ Olmadı gardaş göstermediler paşamı bana.”
“ Niye frenkli bir sanatçımı dinliyormuş.”
“ Yok, yaverleri daha ona bile sormadan “ O bir anlık zevk anıydı. Paşanın şimdi önemli devlet işleri var” deyip gönderdiler. Paşamın haberi olsaydı görüşürdük.”
“ Olsun be gardaş, sen bakma benim dediklerime sonuçta paşa bu kadar hizmet etti hala daha ediyor. Böyle başı kalabalık birinin seni fark etmesi, bir, senin için çok önemli yani demek ki sende gerçekten bir cevher var ki koskoca paşa seni çağırıyor. İkici olarak da bize, millete faydası var çünkü böyle birinin devleti yönetmesi demek millete ve milletin değerlerine sahip çıkılması demek ve bu beni o kadar mutlu etti ki sorma gitsin.
Aşık ve Agah efendi gerisin geri Sivas’a dönmüşlerdi. Ama aşığımız bir kere Sivas’tan çıkmıştı. O artık köy köy değil şehir şehir dolaşıyor hem konser veriyor hem de köy Enstitülerinde dersler veriyordu. Lakin o çok sevdiği Atatürk ile görüşmek bu dünyada nasip olmadı. Aşık Abdal Atatürk’ün 10 Kasım 1938 sabahı son nefesini verdiğini öğrenince almış eline sazını Atatürk’e ağıtını yakmıştı;
Ağlayalım Atatürk'e Şüphesiz bu dünya fani
Bütün dünya kan ağladı Tanrı'nın aslanı hani
Başbuğ olmuştu mülke İnsi cinni cem-i mahluk
Geldi ecel can ağladı Hepisi birden ağladı hey
Doğu batı cenup şimal İskender-i Zülkarneyin
Aman Tanrım bu nasıl hal Çalışmadı bunca leğin
Atatürk'e verdi zeval Her millet Atatürk deyin
Amir memur altın kürsü Cemiyet-i akvam ağladı
Yas çekip mebusan ağladı
Atatürk'ün eserleri Fabrikalar icat etti
Söylenecek bundan geri Atalığın ispat etti
Bütün dünyanın her yeri Varlığın Türk'e terk etti
Ah çekti vatan ağladı Döndü çark devran ağladı
BU HİKAYE AŞIK VEYSEL'İN HAYATINDAN HİKAYE EDİLMİŞTİR.