AMA SEN ÖLMÜŞTÜN
AMA SEN ÖLMÜŞTÜN!
Elimdeki kahve fincanı büyük bir şangırtıyla yere çarpıp parçalandığında, aynı ses beynimi de salladı. Yer ayağımın altından çekilirken, dönen başımı ellerimin arasına alıp, nefes almaya çalıştım. Bakışlarım tek noktada sabitlenmiş, karşımda dimdik duran adama bakarken, diğer her şey tek tek silindi. Adeta siyah-beyaz bir film karesinin içindeydim; fakat o kadar tuhaf ki olanları dışarıdan izleyebiliyordum.
Ben, düşen kahve fincanı, etrafa saçılan cam kırıkları, karşımdaki adam, beni oturtmaya çalışan ortağım, bileklerimi kolonyayla ovan ofis sekreteri… Olan bitenin benimle hiç ilgisi yokmuş gibi, bir sinema salonunun en arkadaki koltuğuna kurulmuş, şaşkınlıktan gözlerim açılmış hâlde bu sahneyi izliyordum.
Evet! Bu filmde hem esas kız, hem seyirci , ikisi de bendim. On dakika önce günün ilk terapisini bitirip, nefeslenmek için lobiye çıkarken düşüncelerim darmadağınıktı. Yorucu bir danışandı. Zihnim bu yorgunlukla bana oyun mu oynuyordu yoksa? Kendimi çimdikleyip tekrar baktım karşımdaki adama. Tastamam oydu! Kımıldamadan bana bakıyordu. “Ama sen ölmüştün!” diyebildim. Hayal mi görüyordum? Deliriyor muydum? Böyle şeyler gündüz kuşağı Hint dizilerinde olabilirdi. Allah’ım sen aklımı koru!
Odama yönelerek, beni de bakışlarıyla çağırdı. Tam itaatle, irademin dışında hareket ediyor, ardı sıra sürükleniyordum. Yüzünde yumuşak bir gülümsemeyle koltuğa otururken, bana da oturmam için karşısındaki yeri işaret etti.
Niye sarılmadı bana? Niye öpmedi, koklamadı? Bir gariplik vardı.
Yaşadığım şokun etkisini üzerimden atamamışken; tek kelimelik bir cümle kurdu: “Anlat!” “Ölmediysen, neredeydin?” bile diyemedim. Vücudum üzerine beton dökülmüş gibi ağır, yüreğim mengeneyle sıkıştırılmış gibi dar… Neyi, nasıl anlatacaktım? Babam dirilmiş karşımda oturuyor, onca sene onsuz geçmemiş gibi, “Anlat!” diyor. Daha da delicesi, başka biri düşüncelerimi seslendiriyormuş gibi, anlatmaya başlıyorum ölüp dirilen babama.
“Sen gidince ben, otuz yıl geriye altı yaşıma döndüm. Kaç yaşında olursan ol, baban ölünce çocuk oluyormuşsun. Çocuk savunmasızlığıyla kalakaldım. ‘Baban öldü.’ Dediler. ‘Erikler çiçek açmış.’ Der gibi fütursuzca söylediler. O an benim çiçeklerime dolu vurdu baba, çiçeklenmedim bir daha. Naylon çiçeklerle dolandım durdum. Ağustos’tu sen gittiğinde, ben Ağustos’ta üşüdüm baba. İnsanın içi yanarken üşümesi çok garipmiş. Sıtmaya tutulmuş gibi, saklanamadığı bir tipide kalmış gibi baba. Ne çok özlemişim “baba” demeyi…
Sen gidince ben, yuvasından düşmüş, henüz uçamayan bir serçe gibi oraya buraya çarptım. Ruhum yağmalandı. İçerimdeki viraneyi kimseler anlamasın diye, çiçekli motifler işleyip astım dallarıma. Anlamadılar da… Ama ben seni anladım. Çok geç anladım, sen gidince anladım; ama anladım… İçim en çok buna yandı. Sen mutsuz öldün baba. Neyse ki buradasın artık. Şimdi mutlu yaşa. Tekrar gidersen seni mutlu hatırlamalıyım. O zaman daha az acı çekerim.
Bir müddet sustum. Bir şeyler söylesin istedim, çok garip, söylemedi. Sadece dinliyordu. “Anlat, dök içini.” der gibi sessizce gözlerime bakıyordu. Alnımda biriken terleri silerek devam ettim.
“Kendi kayığını kendin çek.” Derdin ya, öyle yaptım. Hep güçlü göründüm; ama göründüğüm gibi değildim. Dağlardan gelen meltemle kırılabilen insan nasıl güçlü olabilir? Sen varken o dağ meltemlerini bile hissetmezdim, keserdin önünü. Ben seninle güçlüyüm baba. Bu yüzden mi döndün? Varlığının yüreğime verdiği ferahlığı tekrar vermek için mi?
Ne iyi yaptın baba, iyi ki geldin…
Baba, neden gidiyorsun? Dur! Bitmedi daha!
Ama bu deniz kenarında ne işim var? Bu insanlar da kim böyle? Babam nerde? Baba, baba…
“Zeynep, Zeynep uyan, yine rüyanda sayıklıyorsun.