301

  Yusuf, kömür tozlarından kararmış sarı iş eldiveninin dışı ile alnından akan ter damlalarını sildi. Bir anlığına dinlenmek için durdu. Kazmasına dirseğini dayayarak kamburlaştı ve derin bir nefes aldı. Uzun sürmedi bu dinlenişi. Çok geçmeden “Hadi beyler, durmak yok!” uyarısı ile tekrar yorgun bir biçimde kazmasına sarıldı. Kazmayı her kaldırdığında bir nefes alıyor, indirirken sıktığı dişlerinin arasından olan gücüyle nefesini veriyordu. Yaşadığı bölge kömür madeni yönünden oldukça zengin olmakla birlikte, Zonguldak’tan sonra maden şirketlerinin vazgeçilmeziydi. Halk memnundu bu durumdan. Zor bir meslekti ama hiç yoktan iyiydi tabi. Yusuf 16 yaşında başladı madenciliğe, 24 yıldır bu işi yapıyordu. Baba mesleğiydi onun. Babası da aynı ocakta 58 yaşına kadar çalışmıştı. Daha ömrü yetse çalışırdı da… Akciğer kanserinden kaybetti babasını. O da 40 yaşına gelmişti artık, ciğerleri ise 80 yaşını doldurmuştu bile. Koku alma duyusunu tamamıyla yitirmiş, tat alması ise körelmiş, yok olmaya yüz tutmuştu. Buna rağmen bedeni hala eskisi kadar çevikti. Ailesinin tek ferdi olan annesi; yatalak ve astım hastasıydı. Temel harcamalar, annesinin ilaç masrafları derken biriktirecek bir kuruşu bile kalmıyordu cebinde. Patron, ekonomik krizi bahane ederek 3 aydır ödeme yapmıyordu. 3 aydır kirayı ödeyemediğinden, ev sahibi her perşembe kapıya dayanıyordu. Bakkala da 300 lira kadar borcu vardı. Bir ekmek alırken bile çekiniyordu artık. Önce tek yatıştırıcısı olarak gördüğü sigarasını bırakmak zorunda kaldı. Sonrasında evde ne kadar eşya varsa fırsatçı ikinci el dükkânlarına yok pahasına sattı. İşi bırakıp başka bir işe girmeyi de düşündü ama işi bıraksa bu sefer de 3 aylık maaşından olacaktı. Bu onda gerçek bir yıkım yaratırdı. Paradan pek umudu yoktu aslında ama onun ekmeği umuduydu. Ev sahibine olan kira borçları, iyi kalpli ancak sabrı taşmak üzere olan bakkal Yılmaz’a, küçükken birlikte oyun oynadıkları Hasan’a olan borcu, kredi kartları derken 25.000 liraya yakın borcu vardı.

 

  Dudaklarının arasında patronuna küfürler saydırırken, şefi uyarıyı tekrarladı. Tekrar kaldırdı kazmasını, tam indirecekken birden durdu. Aniden tüm kazma kürek sesleri kesildi. Bir uğultuydu bunun sebebi ve tüm madenciler bunun kötüye işaret olduğunu bilirdi. Tam o sırada eskimiş el arabasına kömürleri dolduran Bahri ile göz göze geldiler. İkisinin de gözlerinde korku vardı. Herkes susmuştu. Tek ses; kapağı tam kapanmamış, yan yatmış mataradan yerdeki irice bir kömür parçasının üstüne damlayan suyun tekrar eden sesiydi. Bu ölüm sessizliğini gök gürültüsüne benzer bir ses kesti. Kimse yerinden hareket edemiyordu. Gök gürültüsünün sesi kömürden duvarlara çarparak tüm tünelde yankılandı. O an hepsi ne olduğunu tahmin ediyordu ama kimsenin de düşüncesini dile getirmeye cesareti yoktu. Çok geçmeden, biraz önce etrafa emirler yağdıran şefin haykırışı, bu düşünceleri açığa vuruyordu: “Göçük!”. Kömür tozlarıyla dolu bu devasa tabutta çığlıklar yankılanmaya başladı. Feryatlar, dualar, küfürler... Mahşer gününün bir tanıtımı gibiydi adeta. Tam 301 kişi, karısı, çocuğu, annesi, babası için haykırmaya başladı. Korkuyorlardı ama ölümden değil. Hüseyin 2 aylık bebeği, Cemal binbir zorlukla üniversiteye gönderdiği oğlu, Necip nişanlısı, Yusuf yatalak annesi için korkuyordu. Yoksa onlar için yaşam neydi ki zaten? En genci 18, en yaşlısı 54 yaşında 301 insan. 301 can. Madenciler, bu pis madenle insanlar evlerini ısıtabilsin ve bir patron da cebini doldurabilsin diye canlarını ortaya koyuyorlardı. İşte bu ocak, ortaya koydukları şeyi almak için harekete geçmişti. Büyük bir kargaşadan sonra ortam sakinleşti. Önce yakarışlar azaldı. Ardından ağlayışlar, konuşmalar. Bir ses kaldı geriye. Aralarındaki en genci 18 yaşındaki Cenk. Kafasındaki bareti çıkarmış, yırtık kadife pantolonundan gözüken boyalı diz kapaklarının üstüne kollarıyla kapanmış bir şekilde ağlıyordu. Daha âşık olamadan öleceği için, bir çocuk sahibi olmanın nasıl hissettirdiğini hiç öğrenemeyeceği için ağlıyordu. Zamanla onun da sesi kesildi. 8 saat geçmişti artık. Herkes suskundu. Karınları acıkmış, susamışlardı. İçlerindeki korku yavaşça kendisini kabullenmeye bıraktı. Sakin ve sessizce ölümü beklemeye başladılar artık.

 

  Derken Yusuf’a hayli uzak bir yerden yanık ve ağlamaklı bir ses yükseldi: “Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım.” Ardından birkaç kişi daha katıldı bu türküye. Kararmış baretlerini önlerine koymuş madencilerin, kimi eşlik ediyor, kimi sessizce dinliyordu. Bu birbirinden tamamıyla farklı onlarca insanın tek ortak noktası ölüm tarihleri olacaktı. Yusuf, yerde bulduğu irice bir kömür parçasını almış yeri eşeliyordu. Dudaklarını türküyle birlikte hareket ettirirken, ağzından belli belirsiz bir ses çıkıyordu. Annesi vardı aklında ne olacaktı o zavallıya? Yatağında uzanmış susuzluktan veya açlıktan ölmeyi beklemekten başka ne yapabilirdi? Yusuf, o güne kadar hiç ağlamamıştı. Bir an annesinin, o çaresiz halini düşününce gözleri doldu. Öne eğik başı, çaresizce hüzünlenirken; bir damla yaş göz pınarlarından, o katil madenin tozlarını temizleyerek burnuna kadar ilerledi. O anda son bir gürültü daha yankılandı ocakta. Bir daha da hiç türkü söylenmedi orada, hiç hayal kurulmadı...

 

  En azından güzel ölmüşlerdi.

  Acısız…